-“Vatanın Bağrına Düşman Dayamışsa Hançerini”

M3362M-4206

 Efendû Mehmet amca (Diner), “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini” sesine kulak verip, vatanın bağrına saplanan hançeri çekip çıkarmak için yeni inşa ettiği evinde durma muradını alamadan soluğu Batı cephesinde almış ve bir daha da geri dönmemiş. 

Mehmet amca bu evi inşa ettiği halde doyasıya muradını alamadan İstiklal Harbine gitmiş. Cephede Temelû Mustafa amcaya, “Yahu Mustafa! Ben eğer askerde bir şey olursam bizim eve git. Evin içinde o, yal kazanı takmak için bulunan zincirden tut. Üç kere ‘Oyyy Mehmet Efendû!” diye bağır” tenbihinde bulunmuş. Temelû Mustafa amca da bu dileğini yerine getirmiş. Çünkü, Mehmet amca İnönü cephesinde şehit düşmüş.

Geyikli beldesinde neredeyse her evde bir İstiklal Harbi, seferberlik, Yemen, Hicaz vs. hikayesi olduğu gibi eskinin Güney mahallesi, yeninin Gültepe mahallesinde bulunup da “12 Yıl Sonra Yapılabilen Ev” başlığı altında bahsettiğimiz Gavazû Hasan (Dural) amcanın evi gibi bir ev hikayesi de eskinin Lügütlü olarak bilinen mahallesinde mevcut. Bu mahallenin mukimlerinden, bu satırların yazarının baba tarafından dayılarından olan Efendûlarından Ali oğlu Mehmet amcaya (Diner) ait olan bu evin hikayesi de gerçekten göz yaşartıcı ve ibret verici bir özellik taşıyor.

Bulunur elbet kurtaracak bahtı kara mâderini”

Hayattaki yeğenleri Ali ve Yahya Diner’den aldığımız bilgiye göre Mehmet amca İstiklal harbinden önce bir kere askere gitmiş ve normal askerlik görevini bitirmiş gelmiş. Geldikten bir zaman sonra bir ev yapmış. İçinde bir ya da iki ay kalmadan, yani yöre tabiri ile “muradını almadan” İstiklal Harbi dolayısıyla tekrar askere, bu kez “vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini” sesine kulak vererek, “vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini / Bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini” diyerek, vatanın bağrına saplanan hançeri çekip çıkarmak için soluğu Batı cephesinde almış.

Mehmet amca aynı zamanda hafızmış. Zamanında çok okumuş, âlim bir insanmış. O zamanlar el köyünden evlenen, yetim ile evlenen, hoca-âlim olanlar askere gitmezmiş. İmtihan olunurlar, kazananlar askere alınmaz ve kendi ihtisas alanları neyse o alanda bulundukları yerde veya civarlarında hizmet etmeleri sağlanırmış. Mehmet amca da Vakfıkebir’de üç kez imtihana girmiş, üçünü de kazanmış. Fakat sonrasında bu tür uygulamalar kaldırılmış, Mehmet amca da askerlik görevinin yolunu tutmuş. İmtihan kazanıp gitmeme zamanında başına bir iş de gelmiş Mehmet amcanın ve “askerden kaçtı” diye ikamet ettikleri ev adı-sanı bilinmeyen bazı köylüleri tarafından yakılmış. Ev yanınca bize bu bilgiyi aktaran Ali Diner’in babası, halası Asiye, amcası Mehmet, Yahya Diner’in dedesi yeni bir ev yapmışlar. Daha bitmek üzere iken İstiklal Harbi patlak vermiş. Mehmet amcayı tekrar askere almışlar. Tabii yeni yapılan evden muradını pek alamadan kapıyı çalmış bu seferki askerlik görevi.

Tembihi meğer vasiyetmiş

Mehmet amca köylüsü Temelû Mustafa (Algün) amca ile aynı cephede beraber savaşmışlar. Bazen fırsat bulduklarında da biraraya geliyor ve konuşuyorlarmış ki Temelû Mustafa amcaya, sonradan neredeyse vasiyet olduğu anlaşılan şekliyle “Yahu Mustafa! Ben eğer askerde bir şey olursam bizim eve git. Evin içinde o, yal kazanı takmak için bulunan zincirden tut. Üç kere ‘Oyyy Mehmet Efendû! Oyyy Mehmet Efendû! Oyyy Mehmet Efendû!’ diye bağır” tenbihinde bulunmuş. Temelû Mustafa amca da bunu evde gerçekleştirmiş. Gerçekleştirdiğine de Ali Diner’in halası, Mehmet amcanın kız kardeşi Asiye bizzat tanık olmuş. Evet! Temelû Mustafa amca bu tenbihi gerçekten de gerçekleştirmek durumunda kalmış. Çünkü Mehmet amca İnönü savaşlarında şehit düşmüş.

Görünmez kahramanlar görünür olur

Onun şehit düşeceği, Pelitçik köyünde mukim olup yöremizde Callû Hoca olarak ün yapmış ve kabri Lügütlü Camii yanındaki mezarlıkta bulunan bir Allah dostu, kerametleri ile anılan bir velî tarafından, önceden haber verilmiş. Pelitçik’ten Callû Hoca’nın oğlu Ali oğlu Mehmet Çalık da Mehmet Diner ile birlikte aynı cephede asker imiş. Her ikisinde de hocalık-âlimlik olduğu için savaş anında bile başta eski yazma Kur’an-ı Kerim, havas ilmine ait eserler olmak üzere dinî kitap toplarlar, sonradan köye getirmek, onlardan istifade etmek, ilimlerini arttırmak için biriktirmek gibi bir özellikleri olduğu da Yahya Diner tarafından aktarılan bu insanlardan Mehmet Çalık’ın (Callû Hoca’nın torunu) memleketine dönebildikten sonra anlattığına göre, 1921’de ebedî âleme irtihal etmiş bulunan Callû Hasan Hoca birden cephedeki torununun çadırında görünmüş. Torun Mehmet onu görünce, hayret ve şaşkınlık içerisinde, ölmüş olduğunu unutarak “Dede! Nereden geldin?” demiş. Dedesi Callû Hoca “Sus! Kimse benim geldiğimi duymasın. Ne yapıp ediyorsunuz?” diye sormuş. Torun Mehmet, “Dede! Görüyorsun ya çarpışıyoruz. Halimiz ortada. Her gün adam ölüyor” diye biraz sıkıntılı cevap verince, dedesi Callû Hoca’nın “Merak etme! Sana bir şey olmayacak. Ama Efendû Mehmet şehit düşecek” sözlerine muhatap olmuş. Ve yörede Hocanın Hafız ismiyle müsemma Mehmet Çalık, bu olayı, savaş bitip köyüne döndükten sonra köylüsüne-komşusuna anlatmış. Yahya Diner de bu anlatıma bizzat tanık olmuş.

Birlikte topladıkları kitaplar konusunda, “Yahu! Senin emicen Mehmet, cephede benim kitaplarımı almıştı. Nerede o kitaplar?” diye Yahya Diner’e takıldığı bile olurmuş. Olurmuş çünkü, Mehmet Çalık, Mehmet Diner’in şehit düşüp geri dönmediğini, dolayısıyla kitapların da geri dönmesinin mümkün olmadığını bile bile bunları söylermiş. “Biz de essah sanıyorduk ve ona ‘Yahu! Mehmet amcam buraya gelmedi ki, harpten dönmedi ki bahsettiğin kitaplar burada olsun’ deme ihtiyacı hissediyorduk. Herif bunu bile bile benden kitap istiyordu. Şaka yapıyordu tabii” diyen ve “Hani bazen derler ya “Değirmeni sel aldı, savacak arıyor” esprisini de patlatma ihtiyacı hisseden Yahya Diner’in ifade ettiğine göre, top çeken süvari olan, başına bir şarapnel parçası düşerek şehit düşen Mehmet Diner, Allah’a tam yakın birisi imiş. Savaşta bile hiç ama hiç namazını bırakmazmış. Arada sırada kaybolurmuş. Bölük çavuşları, ya da subayları, döndüğünde, “Bakın bakalım alnında toprak var mı? Toprak varsa muhakkak namaz kılmaya gitti” derlermiş.

Payına gâzilik düştü

Efendû Mehmet Diner’in bir kardeşi de, şu anda hayatta bulunan Ali Diner’in (50) babası, Ali ve Ayşe oğlu Hüseyin Diner de İstiklal Harbine katılmış. Bir grupla Birinci Dünya Savaşı sıralarında askere alınmışlar. Önce Trabzon’da Karadağ denilen yerde toplanmışlar. Oradan nereye gideceklerini bilmeden bir yerlere gitmişler. Kendilerini Sakarya Meydan Muharebesinde bulmuşlar. 22 gün 22 gece savaşmışlar. Yaralandığı için cephe gerisine gönderilmiş. Askerliğinin geri kalan bölümünü Trabzon’da Sarıkışla’da tamamlamış. Orada bir yüzbaşısının Türkân ve Serve adlı iki kızı varmış. Askerden döndükten sonra üç kız ve bir erkek çocuğu dünyaya geldiğinde iki kızının ismini Türkân ve Serve koymuş.

Hüseyin amcanın sol elinin parmaklarını kurşun doğradığı, parmaklarını da kestirmediği için elleri topaç vaziyette olup açılmaz imiş. Bundan dolayı da abdest alırken abdest suyunu elinde tutamıyormuş. Pelitçik’ten Arif’in oğul Ali Diner’e aktardığına göre babası Hüseyin Diner de neredeyse şehadet şerbetini içecekmiş. Sakarya Savaşında bir yerde bayılmış mı yürüyemez mi olmuş nedir; onu arkadaşları bir yere kadar sürüyerek götürmüşler. Burada biraz yatıp kendine gelmiş. Bayıldığı, ya da yürüyemez duruma düştüğü o yer sonradan Yunan askerlerinin eline geçmiş. Eğer orada bırakılsa idi onun da şehitler kervanına katılması işten ile değilmiş. Onun payına gazilik rütbesi ancak düşmüş. 
Haymanalarda, Sakaryalarda savaşarak gazi olan Rumî 1314 (Miladî 1898) doğumlu Hüseyin Diner amcaya kendinden 20 yaş küçük ve yine Efendûlarından Deli Ahmit lakaplı Ahmet Diner, 1972’lerde, “Ben Atatürk’ün yüzbaşısıyım” diye takılırmış.

Beni ararsın da bulamazsın” serzenişi

Efendûlarının seferberlik, İstiklal Harbi hikayesi bu iki isimle bitmiyor tabii. Neredeyse bu sülalenin bütün erkekleri bu kutlu yolculuktan nasiplerine düşeni az ya da çok almışlar. Adeta bir ayaklı kütüphane olan Yahya Diner’in söylediğine göre amcalarından biri daha çok Rusların başımıza musallat olduğu sıkıntılı dönemde Van’da asker imiş. Orada hastalanarak ölmüş. Yanında Geyikli’den biri daha varmış ama ismi bilinmiyor. Van’da ahirete göçen bu Efendû bireyinin ikinci kardeşi ise yörenin Ruslar tarafından işgali üzerine muhacirliğe gitmiş. İnek, koyun olmak üzere çok malı varmış. Espiye’de ölmüş, kalmış. Karısı Kadirû kızı imiş, o da orada kalmış. Onunla birlikte muhacir olanlardan Hayrullah Diner, Zeynep Diner ve Kamil karısı Fatma Diner sonradan geri dönebilenlerden olmuş.

Efendû sülalesinin en yaşlısı, takriben 100 yaş civarında bulunan Rukiye Diner’den öğrendiğimize göre Van’da vefat eden kendisinin de amcası Hasan Diner olup babası Ahmet ile birlikte seferberlik çıkınca askerlik yolunu tutmuşlar. Van’da iken iki kardeş birden hasta olmuşlar. Hastane gibi bir yerde yatarlarken Hasan amca kardeşi Ahmet amcadan su istemiş. Ahmet amca ise takati bulunmadığından kalkıp da bir türlü su veremezmiş. Bunun üzerine Hasan amca, “Ahmet kalksana! Sen beni zabaçça (yarın) ararsın ama bulamazsın” diye seslenirmiş. Buna rağmen Ahmet amca yine isteğini yerine getirememiş. Hatta o da kendinden geçmiş. Yarın olup kendine geldiğinde kalkmış, bakmış, kardeşi Hasan’ı yerinde görememiş. “Hani habada (burada) bir hasta var idi. Nerede?” diye sormuş. Kimsenin haberi yokmuş ki bir şey diyememişler. O arada Hasan amcayı öldü de mi kaldırdılar, canlı mı kaldırdılar, bilgi verebilen çıkmamış.

Yürek dağlayıcı manzara

Deli Ahmit’in (Ahmet) babasının Hatay’da, Nazmi Hoca’nın dedesinin ise Ankara’da öldüğü bilgisini veren asırlık çınar Rukiye teyzenin anlattığına göre Hasan ve Ahmet kardeşlerin askere gidişleri de yürek dağlayıcı türden hafızalardaki yerini almış. Çünkü babaları Molla Mehmet yorgan-döşek hasta imiş. Dolayısıyla babalarını öyle hasta yatağında bırakıp da gitmeye bir türlü gönülleri razı olmazmış. Hanenin diğer ileri gelenleri onları bir kapıdan dışarı atarlarmış, diğer kapıdan geri dönerlermiş. Bu durum bir çok kez tekrarlanınca odadaki hasta yatağında bulunan baba Molla Mehmet olan-bitene muttali olmuş. “Bir sıngunluk (kederli-istenmeyen bir durum) var. Nedir?” diye sorma gereği bile duymuş. Nihayetinde Hasan ve Ahmet Diner kardeşler evden zar-zor çıkabilmişler, Beşikdüzü’ne indiklerinde babaları Molla Mehmet hayata gözlerini yummuş. Askerlik şubesi Beşikdüzü’nde imiş, teslim olmuşlarmış ve geri dönememişler.

Dönebildi diye müjdeye konu oldu

Efendû Ali oğlu Ali Osman Diner ise üç kere askere gitmiş. Yahya Diner’in yöreye has tabiriyle “siftin (ilkönce)” normal askerliğine gitmiş. Sonra ihtiyat askeri olmuş; daha sonra da muvazzaflık kapısını çalmış. Bakmış ki askerlikten kurtuluş yok; hasta olmuş, “hastayım, hastayım” diye inlemiş, yatmış, durmuş. Çürük raporuyla tebdil-i hava (hava değişimi) almış. Bir kış günü yürüyerek Zigana üzerinden Kadırga yaylası-Çelike obasına gelmiş. Orada kendi evleri varmış. Kışın tam ortası, Zemheri’nin 12’si, Ocak 22 olmasına rağmen kar yokmuş. Yaylalarda göç de yokmuş. Kendi evlerinde kalmış. Erikbeli üzerinden köye gelmiş.

Kendini iyi komşuluk ilişkileri olan Osmanûlarının evine attığında kapı açık olduğu halde evde kimse yokmuş. Yorgunluktan ocak başına doğru uzanmış, uyuyakalmış. Evin hanımı gelince, onu dilenci zannederek, “Aman anam! Bu dilenci ocak başında ne arıyor?” diye bağırınca Ali Osman amca uyanmış. “Ben dilenci değilim. Efendû Ali Osman’ım” deyince kadın müjde için soluğu Efendûlarında almış. Çünkü o devirde askere giden bir daha geri dönmezmiş ve Efendû Ali Osman amca o beldeden gidip de dönebilen ilk insan özelliği taşıyormuş. Osmanû eşrafından o kadın müjdesi karşılığında 25 kulaç tevek (dokuma keten) ve bir zenbil ile hediyelendirilmiş. O zamanlar ilk dönen Efendû Ali Osman olmuş. Onu, Kındılûlarından Ahmet Kandil’in, Hicaz sularında gemide askerliğini yaptığı 12 sene sonrasında kendini gösteren dönüşü takip etmiş.

Kındılû İbrahim ve Halil’in babası, şu anda Şalpazarı ilçesi Mal Müdürünün dedesi olan Ahmet Kandil’ler dört kardeşmiş. Bunlardan üç tanesi, Hasan, Mehmet (biri Mustafa’nın diğeri Nokta’nın babası) geri dönmemişler. Dört kardeşten sadece biri, Ahmet Kandil geri dönebilmiş. Yine Yahya Diner’in dedesinin bir amcası daha, Ali Osman Diner’in amcası-Ali Diner’in dedesi Ali Diner’in kardeşi Mehmet Diner de Yemen’den geri gelememiş. Bu yüzden onun torunu biraz da haddi aşarak “Hacc’a gidip de kara bacaklı Araplara para mı yedireceğim” dermiş. Dedesini ishal tutmuş da hızlı gidemediği için bölüğün gerisinde kalmış. O zaman Araplar kumun içerisine girerler, Türk askerini yakalarlar, öldürürler, tüfeklerini alırlarmış. O da bölüğün gerisinde kaybolmuş, bakmışlar ki ölmüş. Bunları Ali Osman Diner anlatırmış.

Ali Diner’in babası Hüseyin askere yaşı gelip de gitmemiş. Jandarmalar köylere gelmişler, eli silah tutan herkesi toplamışlar, almışlar. Hüseyin Diner Rumî 1315’li (Miladî 1899) imiş. Yani haklarında “Hey onbeşli onbeşli / Tokat yolları taşlı / Onbeşliler gidiyor / Kızların gözü yaşlı” türküsünün kahramanı yaş gurubundanmış.

Denizin üstü Yunan şapkası ile doldu

Efendûlarından bir de başka bir Hüseyin amca vardı. Cafer Diner’in babası Hüseyin amca. Babam Eşref’in dayısı, annesi Fatımanın kardeşi Hüseyin amca. Benim de sağ iken gördüğüm, fakat yaşımızın küçüklüğü sebebiyle pek fazla âşinası olmadığım, başındaki sarığını, uzun boyunu, pardesü türü giyim-kuşamını hatırladığım Hüseyin amcanın çok kuvvetli birisi olduğu söylenirdi. Bir keresinde, ismi Fatıma olduğu halde daha çok Efendû Kızı olarak çağrılan babaannemlerin göçü ile birlikte Gavurdağı yaylasına gidiyorlarmış. Efendû Kızının bir danası mı ne yuvarlanmış, kesmişler. Bütün gene derisini yüzmüşler. Kardeşi Hüseyin amca o haliyle danayı omuzlamış, uzun süre götürmüş. Hatta o kadar ağırlıkta bir danayı götürmesi yetmiyormuş gibi kardeşi Fatıma’ya, “Fadime yükün ağır mı? Ağır ise ondan da ver de onu da götüreyim” teklifinde bulunmuş. İşte bu kadar güçlü olan Hüseyin amca da Yunan harbine iştirak eden Efendûları listesindeki yerini almış. O geri dönebilenler zümresinden olmuş.

Oğlu Cafer Diner’e anlattığına göre asker gündüzleri istirahat eder geceleri yürürlermiş. Komutanlar askerin düşman tarafından görünmesini önlemek için böyle bir usul takip ederlermiş. Çoğu kez ayakları yalın ayakmış. İzmir’e bir ayda varabilmişler. Yunanlıların Polatlı’ya kadar geldiklerini, Ankara’ya dört saatlik yol kaldığını, işgal edilen yerlerin buğday tarlaları dahil Yunanlılar tarafından yakıldığını söyleyen Hüseyin amcalar Yunan’ı Eskişehir’den, Afyon’dan söküp attıktan sonra İzmir’den denize dökmüşler. “Denizin üstünü hep şapka tutmuştu. Deniz Yunan şapkası ile dolmuştu. Çoğu Yunanlı da boğulmuştu” dermiş.

Madalya hakkımdı” ısrarı

Efendû Hüseyin amca Yunanlıları denize dökenler arasında bulunduğu halde İstiklal Madalyası kanunu çıktığında madalya da alamamış, gazilik maaşı alacaklar listesine de girememiş. Çünkü evraklarında firari görünme işleminden o da nasibini almış. Siciline böyle bir bilgi notu düşülmesi ise şöyle gelişmiş: Hüseyin Diner amca birinci tabur ikinci bölükte asker imiş. Onunla birlikte Musû Tahir, Tahir’in kardeşi Hoca Osman da varmış. Onlar ileri hatta giderlermiş. Afyon’da bir yerde Yunan askerleri saldırısına maruz kalmışlar, taburları bozulmuş. Onlar da çareyi ikinci tabura kaçmakta bulmuşlar. İşte bunun üzerine Yüzbaşısı Hüseyin Diner’in firarını vermiş. Halbuki Hüseyin Diner amcalar ikinci taburda yine vazifeye devam etmişler. O anki durumu Hüseyin Diner amca, “Ortalık karıştı. Sen neredesin, ben neredeyim, belli olmadı” diye tarif etme ihtiyacı hissedermiş.

Yalnız İstiklal Madalyası Kanunu çıktığında kendisine bir davet mektubu gelmiş. Oğlu Cafer Diner, askerlik şubesine gitmiş. Evraklarını çıkarmışlar. Okumuşlar. Evraklarda Hüseyin Diner amcanın, Lügütlü’deki camiye büyük hizmetinin olduğu bile yazılıymış ama Yüzbaşı, “Oğlum! Babanızın firarı var” demiş. Bunun üzerine orada bulunan birisi “Yahu Yüzbaşım! Bu adamın hakkı imiş” demesine rağmen madalya ve gazilik maaşı işi olmamış. Cafer Diner amca, birinci taburun başına gelenlerden dolayı babasının ikinci tabur saflarına geçmek zorunda kalıp savaşa devam ettiğini anlatmasına rağmen hava değişimine gelip gününü geçirmiş olması yüzünden değişen bir şey olmamış. Hatta bu yüzden Hüseyin amcayı Erzurum’a bile sürmüşler ve askerliğini orada bitirmek zorunda kalmış. Bütün bunlara rağmen Rumî 1314 doğum, Miladî 1987 ölüm tarihiyle 100 yaşını aşkın bir yaşta vefat eden Hüseyin amca, konu açıldığında “İstiklal Madalyası benim hakkımdı. Vermediler. Mabanû Arif’in hakkıydı. Herif vuruldu. Bağırması yer yardı. Kanı aktı. Vermediler” demekte ısrarını sürdürür, geri adım atmazmış.

Hüseyin amcanın bahsettiği Mabanû Arif, Pelitçik köyünden olup Yunan tarafından vurulmuş. Vurulunca, “Oyyy Üsin (Hüseyin)! Beni bırakma gardaşım” demiş. Hüseyin amca “Bir şey ettik, oğlanı aldık. Hastaneye götürdüler” dermiş. Gazi aylığının Arif’in hakkı olduğunu söylermiş. Ama o da hava değişimine gönderildiği halde firarı verilenler arasında olduğu için bu imkandan istifade edememiş. Terzilik ile nafakasını temin etmiş. Yukarıda anlattığımız Ali Diner’in babası Hatip lakaplı Hüseyin Diner de madalya hakkından istifade edemeyenlerdenmiş. Çünkü o da “firari” kelimesinin hışmına uğrayanlardanmış.


Callû Hoca; keramet ehli velî

İşin içinde İslam olduğu, İslam’ın damgasının bulunduğu bir mücadele alanı olduğunda İslam inancının görünmez kahramanlarının görünür hale geldiği gerçeği ile ilgili bir tablonun Geyikli özelinde de cereyan ettiğini aktardığımızda ismi geçen Callû Hoca’yı bu vesile ile yâd etmenin, gelecek nesillerin dikkatlerine-idraklerine sunmanın bir vefa borcu niteliği taşıyor olduğu izahtan vareste olsa gerektir. Kerametleriyle bu vefa borcunu ödemeyi yeğlediğimiz Callû Hoca’nın karısı günlerden bir gün Güdün köyüne gitmiş. O sıralarda da Güdün’de birinin parası kaybolmuş. Ona, “bu parayı hocanın karısı aldı” demişler. Hoca da “Benim karım sizin paranızı almaz” demiş. İtiraz, itiraz, itiraz… Sonunda “Ben bir beddua edeyim. Siz ‘amin!’ deyin. Alan kimse meydana çıkar” demiş. Beddua etmiş. Parayı da Güdün’den biri çalmış, Kadırga yaylasına gitmişmiş. Kadırga’da iken “köyde ne var ne yok?” diye sormuş. Durumu anlatmışlar. Ona da zaten hemen sancı vurmuşmuş. “O parayı ben aldıydım. Alın gidin, verin. Eline ayağına kapanın” demiş. Hoca ise “Ben taşı attım. Daha geri gelmez” demiş. Adam da ölmüş.

Yine Callû Hocanın kızlarından birini Pelitçik’ten Alû Çakır zorla kaçırmış. Alûlarında biraz hırsızlık varmış. Bundan dolayıdır ki “Hırsızlar benim kızımı niye çekecek?” demiş. Callû Hocayı taşlamışlar. Başını yarmışlar. Birileri bunu kızına anlatınca kızı “Babamın başı ne arıyordu Pelitçik’te” demiş. Bunun üzerine Hoca, “Allah ağzını kilitli koysun” demiş. Kızın ağzı hemen kilitlenmiş. Hoca “Gidin bakın. Ağzının yanlarında bir sinek geziyorsa alın gelin, ölecek” demiş. Gitmişler, bakmışlar ki gerçekten de ağzının yanında bir sinek dolaşıyormuş. Almışlar, getirmişler ve kızı babasının yanında ölmüş.


18-20 yaşlarında bugünün Lügütlü Camiinin yerindeki medreseye Çarlaklıdan gelen Callû Hoca, burada hocalık yapmış. Oradan evlenmiş. Üç tane karı almış. Üçüncü karısına Kaşmer diye ad takarlarmış. 60-70 yaşlarındaymış. Bir gün gece evden kaybolmuş. Üstü başı ıslak şekilde geri dönmüş. Karısı Kaşmer, “Böyle üstün başın höl (ıslak) nereden geliyorsun? Eğer söylemezsen Hoca olmadık işler yapıyor, derim” demiş. Bunun üzerine Callû Hoca, “Filan yerde gemi batıyordu. Çıkartmaya gittim” demeye kalmadan dili tutulmuş. Sırrını fahşettiği için dili tutulmuş. Ondan sonra ölünceye kadar dili tutuk yaşamış ve öylece ölmüş.

M3362M-4206

Efendûlarından, aynı zamanda Kore Gâzisi Hasan Diner’in annesi olan Rukiye Diner, bütün bu “vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini / bulunur elbet kurtaracak baht-ı kara maderini” gelişmelerinin yakın tanığı ve bir asırlık çınar olarak hayatta bulunuyor.

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz