Edep

 İki yaşında geçirdiğim bir hastalık yüzünden, annemin şehirde çalışması nedeniyle, dedem (annemin babası) beni Trabzon’un, Şalpazarı ilçesine bağlı Geyikli Köyü’ne götürmüş. Ben, çocukluğumu onların yanında yaşadım. Uzun gecelerde uyandığımda dedemi ya namaz kılarken ve tesbih çekerken, ya da tahta kaplı kalın, eski Türkçe, yazısı, Kur’an yazısına benzeyen kitaplarından birini okurken görürdüm. Okurken mırıldandığı için, dinlerken bazı kelimelerini anlardım.


Kur’an okumayı ilkokul yıllarımda öğrenmiştim ama dedemin kitaplarını yine de okuyamıyordum. Dedem bazen peygamberlerin kıssalarını, bazen kurbanın şartlarını, bazen de ahiret ahvalini okurdu biz de büyük bir zevkle dinlerdik.

İstiklâl savaşı gazisiydi, Sarıkamış Ermeni İsyanını anlatırdı. Trabzon’dan Erzurum’a yaya olarak gidişlerini, karda yürürken çarığın altının delinip çıplak ayaklarla yürüyüşlerini, Gümüşhane’de bir ninenin yaşlı kocasının ayağından tiftik çoraplarını ve çarığını çıkartıp ona giydirdiğini ve yemeleri için evindeki bütün peksimetleri verdiğini anlatırdı. Geçtikleri köylerde Ermeni çetelerinin kadın, çocuk ve yaşlı demeden nasıl katlettiklerini, hatta yol üzerinde kazıklara asılı çocuk cesetleri bulduklarını anlatırdı. Dedeme:

“Neden bu kadar gaddarlaştılar?” Diye sorduğumdaysa: “Ermeni nüfus çoğunluğunu sağlamak amacıyla Müslümanları bir an önce korkutup kaçırmak için.” Der ve devam ederdi: 

“Biz silahsız Ermeni öldürmedik, Sarıkamış’ta tam teçhizatlı pire gibi hareket eden eğitimli birliklerle savaştık. Silahlanıp ayaklanarak ülkeden toprak koparmaya çalışanlar Müslüman ve Türk olsaydı onlara karşı da aynı şekilde savaşırdık, onlar bize biz onlara. Allah’ın yardımıyla topraklarımızı koruduk.”

Ninem, merhamet yumağı bir kadındı. Köylü kadınlar, hatta erkekler ona gelir akıl danışırlar ve nasihat isterlerdi. Ninem, çok güzel konuşurdu. Peynir mayasını, bitki köklerinden ve dana kursağından kendisi yapardı. Onun peynirini çatalla yerken, tabağın içinden evin tavanına kadar uzattığım çok olmuştur. Yaz tatillerinde Sis Dağı Yaylası’na giderdik. Yayla pazarı çevresindeki çimenlerde sığırlarımızı otlatırdım. Her hafta cumartesi günü pazar kurulur, alışverişler yapılır, eğlenceler düzenlenir, horonlar tepilirdi. Karadeniz yaylalarında, bu gelenekler hâlâ devam etmektedir. Pazaryeri çevresine inek otlatmaya gittiğim zamanlarda, ne kadar kesekağıdı, kullanılmış atılmış gazete varsa yerlerden toplardım. Yapışmış olanları ıslatarak açar, kurutur, üst üste yığar ve hepsini defalarca okurdum. İlkokul beşinci sınıfa kadar ders kitaplarımın haricinde kendime ait hiç kitabım olmadı. Bir gün yayla pazarından obaya doğru elimde gazetelerimle giderken, o zaman İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan Hakkı Abi, bana birkaç tane küçük kitap vermişti. Yaylada benim yaşımda hiçbir çocuğun böyle kitapları yoktu. Bir ağabey beni ciddiye almış ve bana birkaç kitap vermişti. Sevincimden uçarak eve gitmiştim. Kitapları okumaya çalışmış, içeriğinden pek bir şey anlamamıştım. “Ama olsun ilerde anlarım,” diye, onları tavandaki kirişin üstüne saklamıştım. 

Dedemle zaman zaman ormana gider, kuru çam köklerinden çıra koparır, sepetimizle eve getirirdik. Ormana gidişimizde baltasının ağzını bir çaputla sardığını ve öyle taşıdığını fark ettim. Bir gün, bunu neden yaptığını sordum. Sedirinde uzanıyordu ve ben de yanında oturuyordum. Başıma hafifçe vurarak: “Edepsizlik etmeyin. Ormanı siz mi yarattınız? Fidanların sizi hissetmediklerini mi sanıyorsunuz? Hangi ağacı kesecekseniz, baltanızın ağzını onun dibinde açın.” Demişti. O zaman pek fazla bir şey anladığımı söyleyemem, ancak söylediklerine inanmıştım. Oysa dedemin ince bir hikmetle sezdiği bu gerçeği yıllar sonra bir bilim adamı bilimsel deneylerle ispatlayacaktı.

Aradan yıllar geçti. Şimdi kırk yaşlarında bir öğretmenim. Japon su bilimcisi Masaru Emoto’nun, suyun, insan duygu ve seslerinden etkilenmesiyle alakalı çalışmasından bahseden bir elektronik posta aldım. Suyun olumlu ve övücü sözler sonrasında kristal yapısının mükemmel, dantelimsi bir görüntü verdiğini; çirkin ve yerici ifadeler sonrasında kristal özeliğinin bozulduğunu, çarpık, iç karartıcı bir görüntü verdiğini ispatlıyordu. Deneyler defalarca tekrar edilmiş, su, aynı ses ve sözlere aynı tepkileri vermiştir.

Şimdi daha iyi anlıyorum ki dedem, iç alemiyle evren arasında mükemmel bir ahenk kurmuştu. Huysuz hayvanlara içirmek için dedeme su okuturlardı. Okunmuş suyu içen hayvanlar sakinleşirdi. Benim okuduklarımsa tamamen evlerinin yolunu unutur, geldikle­rin­den daha kötü bir vaziyette geri dönerlerdi. Şimdi ne zaman bir yaş dal kırsam içim acır. 

28.10.2006  

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz