İstiklâl Şehidinden Yâdigâr Tekir.

Geyikli’de hemen her eski evin kapısında yer alan tekirlerden (serender) bir tekir var ki hikayesi gözleri yaşartacak türdendir. “Toprağın karabağrında sıradağlar gibi duranlar”dan bir er kişiye ait olan bu tekir, mahzun haliyle kendini özellikli kılan yakıcı gerçeğin farkında olunmasını beklemektedir. 

Karadeniz köylerindeki hemen her eski evin yanıbaşında görülebilen “tekir”lerden (serender) bu “tekir”in farklı ve önemli bir yönü var. Güdû Ahmet amca bu tekiri yaparken akşam üzeri kendisine seferberlik emri gelmiş. Ahmet amca ay ışığında eksik kalan kapısını takmış. Yarım saat uyumuş. Sonra gidiş o gidiş, bir daha da geri dönmemiş. Afyon cephesinde şehit düşmüş. 

Karadeniz bölgemizin çoğu köyünde olduğu gibi Geyikli beldesinde de bu bölgeye has bir yapı biçimi vardır. Daha beton bu bölgenin köylerine, dolayısıyla Geyikli’ye girmeden önceki hemen her evin yanıbaşında, 6 veya 8 direk üzerine bina edilmiş ve yerden yüksek şekliyle ilginç tek katlı ahşap bir yapıdır bu. Evler ile ne kadar uyum içerisinde olduğu, her ikisinin güzel bir ahenkle bütünleştiği bu yapının adı beldedeki adıyla “tekir”dir, lugatteki adıyla ise “serender”. Modernitenin dayatmasıyla birlikte fonksiyonunu eskisi kadar yapamaz durumda bulunan, eskisi kadar rağbet görmeyen, birçoğu eskimiş haliyle pabucu nerede ise dama atılma tehlikesi yaşayan ve fakat mutlaka geleceğe taşınması, mutlaka korunması gereken tekirin çok ama çok fonksiyonu vardı. Tekire, daha çok hem koçan halinde iken hem de tane haline dönüştürüldükten sonra mısır konulurdu. Mısıra, beldede yetişen ne varsa, meyve, baklagil, sebze kurusu vs eşlik ederdi. Bir nev’i ambar özelliği taşırdı tekir ve sanki de evlerin erzakları orada depo edilirdi. Yani köylü yazın çalışıp da aldığı ürününün neredeyse tamamını tekirde muhafaza ederdi. Altında direkleri arasında kalan boş ve kapalı alan ise yakacak oduna mahal teşkil ederdi. 
Bugün de bazıları eskimiş, bazıları yan yatmış, direkleri uzun yılların yorgunluğuna dayanamayıp yıkılmak üzere olan bazıları da birbirine dayanmak suretiyle zamana karşı direnme kaderi ile başbaşa kalmış, bazıları betona dönüşmüş, bazıları da gerçekten bakımlı-boyalı haliyle vazgeçilmezliğini görebilen gözlere sokmaya çalışmakta olan haliyle hemen her evin kapısında yer alan bu tekirlerden bir tekir var ki Geyikli beldesinde, hikayesi gözleri yaşartacak, tüyleri diken diken edecek türdendir. Bu tekir şimdinin Yeşilyurt, eskinin Adembilmez mahallesindedir. Çocukluğumuzda Sisdağı yaylasına giderken de gelirken de bu tekirin önünden geçerdik. Belki de hemen her Geyiklili binlerce kez bu tekirin önünden geçmiştir. Fakat tıpkı benim gibi bu tekirin hikayesinden bîhaber geçmiştir. Dili olmadığı için de kendini özellikli kılan hikayesini önünden geçip gitmekte olanlara anlatamamıştır bu tekir. Bu hikayeyi bilenler de her nedense anlatma ihtiyacı hissetmemiştir, en azından üzerine bu hikayeyi anlatacak bir nişane koymamışlardır. Koyulabilirliği dünden çok daha mümkün iken bugün dahi bu nişaneden yoksun bırakılan bu tekirin hikayesinden bu satırların yazarı ben ise ancak 2003 Ağustos’unda haberdar olabildi. Tekirin yakınında evleri olan akrabam, ilkokuldan arkadaşım Kenan Kenan’in bir vesile ile anlatması üzerine gözlerimi yaşartan, tüylerimi diken diken eden, içimden “adam diye biz de ortada dolaşıyoruz” düşüncesini geçiren bu yakıcı gerçeğe muttali oldum. 

Geyikli’deki müthiş hazine

İşte bu muttali oluş da beni beldem Geyikli’nin müthiş bir hazineye sahip bulunduğu gerçeğine götürdü. Bu hazine, “toprağın kara bağrında sıradağlar gibi duran”lar kervanına Geyikli’nin de büyük oranda yolcu katmış olması idi. O yolculardan biri de beldemizde Güdû Ali (Bayraktar) olarak bilinen amcanın… İstanbul’dan her memlekete gidişimde onu Kıran mevkiinde, cami yanında rastladığım… Güler yüzlü, samimi, içten haliyle görür görmez hemen “hoş geldin” diyerek, halimizi-hatırımızı sual eden… “Kardeşin Ruhi ne yapıyor? İyi mi?” sorusunu da hiç eksik etmeyen…Kendisini en son sağlıklı haliyle babadan kalma arazilerimizi köyümüzün kıymetçisi (araziye değer biçeni) Guşû (Kuşoğlu) Halil Karagöz amca ve Hasanbeğû Muhammed Bayraktar ile elinde uzun bir çubuk ölçme-biçme işine canla başla yardımcı olurken gördüğüm… Sonra kronik nefrit (böbrek yetmezliği) hastalığı dolayısıyla diyaliz makinesinden gelmiş olduğu bir günde, beldedeki evinde, daha sonra da Trabzon’daki evinde ziyaret ettiğim… Bir zaman sonra hayata veda ettiğini duyduğum… Dedesi ile babam Eşref’in dedesi Gacıratma lakabı ile meşhur Alemdaroğlu Osman’ın, Rusların Geyikli’yi de işgal ettiği yıllarda, Kıran mevkiinde bir Rus askeri ile atışması neticesinde gözüne bir yumruk yiyince elini beline atan ve fakat kamasını bulamayan, bulamadığı için soluğu evde alan, tekrar Kıran’a gidişi bir şekilde engellenen, gitmemesindeki en büyük sebebin sonradan “eğer gidip de Rus askerini öldürse idi Rusların köylüyü kırıp-geçirmesi işten bile değildi” olduğu öğrenilen, ondan sonra da âr ettiğinden evinden dışarı çıkmayıp 40 günde vefat eden Gacıratma Osman’ın kardeşi olmanın getirdiği akrabalık bağlarını muhkem mi muhkem tutarak dinimiz İslam’ın “akrabayı gözetme” emrine sımsıkı sarılan Güdû Ali Bayraktar amcanın dedesi Ahmet idi. Ve o “sıradağ” Geyikli’de değil, vatan kılınan Anadolu’nun bilinmeyen bir yerindeki toprağın kara bağrında “sıradağ”lığını icra ediyordu. 

Arkasına bakmadan giden bir er kişi

Ali amcanın dedesi Güdû Ahmet amcanın “toprağın kara bağrında sıradağ” olmakla sonuçlanan kervana katılışını Kenanû Mürsel (Kenan) amcanın oğlu Kenan Kenan’dan dinlemiş, hayret içinde kalmış, gözüm yaşarmış ama belli etmemiştim. Fakat bu hassasiyet beni tatmin etmemişti. Kendimi birşeyler yapmak zorunda hissetmiştim. Güdû Ahmet amca hiçbir hesap yapmadan arkasına bakmadan gitmiş, geri dönememişti. Ve bu vatan bize o ve onun gibi hiç hesap yapmadan anadan-babadan-evinden-barkından-çocuklarından geçip gidenler, özellikle gidip de dönmeyenler tarafından bırakılmıştı. Bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü, artısı-eksisi ile bugünümüzü, yarınımızı, belki de hayatımızı Allah’tan sonra onlara borçlu idik. Onlara vefa borcumuz olmalıydı ve borcu bir şekilde ödemeliydik. Bu satırların yazarı olarak ben de bu vefa borcunu ödeyebilmenin yolu olarak onların unutulmaya yüz tutmuş isimlerini bir daha hiç unutulmamak, gelecek nesillerin beynine-gönlüne kazımak için kelimelere dökmek olarak bulabildim. İğne ile kuyu kazma misali zor da olsa onu yapmaya çalıştım. Elle tutulur, gözle görülür ilk çalışma da İcmal dergisinin 199. Sayısında ( Eylül-Ekim 2003), “Topraktan vatana bir mikro Türkiye” başlığı altında kendini gösterdi. Bu vefa borcu ödeme çalışmasında Kenan Kenan’ın dilinden aktardığımıza göre, babası Mürsel Kenan, Adembilmez mahallesindeki evlerinin yanında bir yerde Güdû Ali amcadan üzerinde ev olan bir arazi satın almış. Evin yanında bir de tekir varmış. Fakat Ali amca bu tekir satmamış. ‘Bu tekirin benim için manevi bir değeri var’ demiş. Tekir, Ali amcanın dedesi Ahmet amcanın eseri imiş. Bu tekiri inşa ederken çatısı ve bir kapısını takma işi kaldığı bir akşam saatinde kendisine seferberlik emri gelmiş. Ay ışığında, sabaha kadar çalışarak işini bitirmiş. Yarım saat uyumuş. Ve İstiklal Harbi dönemindeki bu seferberlik emrine uyarak cepheye gitmiş. Gidiş o gidiş. Bir daha geri dönmemiş. Afyon cephesinde şehit düşmüş. Eskiye özgü şartlarda özellikle Sisdağı yaylasına giderken önünden yaya olarak belki de yüzlerce, binlerce kez geçtiğimiz “tekir”in insanın gözlerini yaşartacak hikayesini ilk kez duyduğumda tüylerim diken diken kesilmiş, ne yalan söyleyeyim İcmal’de yaklaşık 10 sahifelik bir araştırma yazısı yazmama işte bu “tekir”in hikayesi sebep olmuştu. Sonradan, ancak 2006 yılı Ağustos’unda kendisi ile bu konuyu görüştüğüm Mürsel Kenan, Kenan’ın babası Mürsel amca da bu toprakları bize vatan bırakmak için bir daha dönmeyeceklerini bile bile arkalarına bakmadan gidenlerden birinin oğlu, hem de ana rahminde iken bırakılan oğlu idi. Mürsel Kenan amca da hadiseyle bir kaç yönden ilgisi olan bir insan olarak adı geçen “tekir”in hikayesini bir de kendisi anlattı. Hem de gözleri dolu dolu olarak anlattı. “Çatısı mı, kapısı mı eksik kalmıştı?” sorumuza verdiği “eksik kalan kapısıydı, son olarak onu taktı” cevabıyla bir eksiği tamamlamak kaydıyla anlattı. Kelimeler boğazına düğümlenip çıkmakta adeta direnince de dinleyenlere bu dolu dolu gözlerin verdiği derin mesajı anlamak gibi bir yeni uğraşa sürükleme boyutuyla anlattı. Bize de bu anlatılanlarla birlikte dünün bu yakıcı gerçeğini tarihin sahifelerine kazıyarak bugün ve geleceğin idrakine sunmak görevini ifa etmek kaldı, bahtiyarlığı düştü.  

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz