Köyünü Doktorluğa Tercih Eden Gâzi.

Seferberlikte Şark cephesinde gazi olan Şıhû Hasan Yaşar (1317-19.09.1994)
amca, Garp cephesinde savaşan Derehallû Halil Bayraktar amcalar gibi tam bir Geyiklilik örneği sergilemiş. Halil amca ve arkadaşları anahtarları nasıl Kordon boyundan denize atarak Geyikli’nin yolunu tuttularsa, Hasan amca da “tezkere bırak, seni kaza doktoru olarak atayalım” teklifini kulak ardı ederek soluğu köyünde, Geyikli’de almış.
Abdest ibriğini evine bırakamadan seferberlik yolunu tutup da dönemeyen Aydınû (Cansızû) Hasan’ın kızı, Haymana’da Yunan’a karşı savaşırken hastalandığı için geri gönderilen ve köyü Geyikli’ye ramak kala Beşikdüzü’nde ecel şerbetini içen Cansızû Ali ile ağır bir hastalığa kurban verilen Cansızû Ahmet’in kardeşi Pembe Teyze, Muhtarû Muhammed amca (Bayraktar), diğer kızkardeşi Fadime Şıhû Hasan amca (Yaşar), üçüncü kızkardeş Ayşe ise Bayraktar amca (Bayraktar) ile evlenip, yuva kurmuşlar.

Gazilik Madalyasını sağlığında göğsünde taşıma bahtiyarlığını tadan Hasan Yaşar amca, 19.09.1994’ten bu yana da başucundaki ay-yıldızlı al bayrağıyla hem “bu vatan kimin?” sorusunun cevabı, hem Geyikli’nin de topraklıktan vatanlığa terfi etmişliğinin alâmeti “sıradağlar”dan biri olarak Konakyanı Mezarlığındaki “toprağın kara bağrında” yatıyor.

“Vatan için ne haneler boş kaldı, ne haneler boş kaldı” diyen, yuvasını da, baba ve kardeşler âhirete göçtüğü için boş kalan hane “şehitler evi”nde kuran Pembe teyze, geceleri diğer kızkardeşi Fadime’nin yuvası olan eve her nazar edişinde bu evin kendi evine bakan odasındaki ışığın sabahlara kadar sönmediğini gözlemlermiş. Nitekim günlerden bir günden, 1995 yılı içindeki günlerden bir günden sonra artık bu ışık görünmez olmuş. O günden sonra da Pembe teyze gayri ihtiyari bakışlarını bu eve yönelttiğinde “Hasan’ın öldüğü nasıl da belli” değerlendirmesinde bulunurmuş. Çünkü, mezar taşında da yazılı olduğu üzere “Kürtün’ün Taşlıca köyünün Kızılot mahallesinden gelen Yaşarca Mehmet’in torununun oğlu” olan Hasan amca bâtın ilmine vâkıf sülalesinin misyonu gereği olsa gerek sabaha kadar ibadet edermiş. Tabiî sönmeyen ışık da hem zikir ibadetine eşlik eder, hem yardımcı, hem de şahit olurmuş. 

Diploması olmayan doktor

Bahsekonu Hasan amca, Pembe teyzenin kızkardeşi Fadime’nin kocası İstiklal Madalyalı gazilerimizden Şıhû Hasan (Yaşar) amcadan başkası olmayıp bu satırların yazarının onunla ilk ciddi karşılaşması, 5-6 yaşlarında, Kadırga Yaylasında olmuş, korku, kaçıp kurtulma, o zamanlarda arazilere çevirge olarak yapılan ve “peğ” denilen duvarımsı taş yığınlarının ardına saklanarak gitmesi için dua etme ve “bırakın çocuğu, korkuyor işte” sesine “tamam, korkma oğlum, çekmeyeceğim, gel” şeklindeki samimi sözlerini uzaktan duyma gibi fırça darbelerinin tuvale yansıttığı bir resim tablosu şeklinde kendini göstermişti. Çünkü Hasan amca köyümüzün diş çekeniydi. Diş doktorunu aratmayacak maharette diş çeken Hasan amcanın o maharetli ellerine, ilk korkuyu aştıktan sonra çok dişimizi teslim etmiştik. Sadece ona mı? Bu hünerini aktardığı oğlu Seyfi (Yaşar) amcaya, kızı Ayşe (Gülay) ablaya da aynı teslimiyeti göstermiştik. Diş ağrısına dayanamadığımız zamanlarda gece-gündüz ayırt etmeden, kapıda kar da, tipi de olsa çilekeş annem Aslı ile soluğu evinde aldığım, bu kez bir başka korkudan, karanlık korkusundan eve dönemediğimizde bizleri çok kez evinde misafir ettiğini hatırladığım Hasan amca sadece diş çeken bir insan değildi. O, aynı zamanda iyi bir sıhhiye idi. Bir keresinde Sisdağı yaylasında orakla ot biçerken elimi çok kötü kesmiş, oluk gibi akan kanı gören bazı komşular, yardım edeceği yerde “beni kan tutuyor” diye uzak kalmış, imdadıma rahmetli bekçimiz Palavû Ahmet (Gülay) amca yetişmiş, elimi sarmış, sonradan annem gelince soluğu yine Şıhû Hasan amcanın yanında almış, o da kızılağaç kabuğunu kaynatarak yaptığı bir madde ile tedavi uygulamış ve elim iyileşmişti. 

Ayağında ur gibi duran gazilik nişânesi

Hak vâki olmadan önce kendisini en son, haftalık Mesaj dergisinde yayımladığım bir röportaj vesilesiyle ziyaret ettiğim ve neredeyse sadece diploması olmayan bir doktor bilgi ve maharetine sahip Hasan Yaşar amca bu sanatı nereden mi öğrenmişti? Hasan amca, bu sanatı seferberlikte asker olduğu zaman bulunduğu, Ruslar ve Ermenilerle savaştığı cephede öğrenmişti. Oğlu Seyfi Yaşar’ın anlattığına göre Hasan amca, seferberlik emri geldiğinde vatan borcunu ödemek için diğer köylüleriyle birlikte askerlik yolunu tutuyor. Önce Trabzon’a varıyorlar. Bir müddet Trabzon’da kalıyorlar. Oradan bir kısmı yürüme Garp cephesine gidiyorlar. Hasan amcanın içinde bulunduğu bir kısım asker de Rusların işgali ile Ermeni zulmünün doruk noktaya ulaştığı Şark cephesinin yolunu tutuyor. Tren nerede ise oraya, rivayete göre Erzincan’a kadar yaya gidiyorlar. Bayburt ovasına doğru giderken açlıktan bayılacak hale geliyorlar. Çareyi vatandaşlardan ekmek istemekte buluyorlar. Hasan amca da bir kapıyı çalıyor, yaşlı bir kadın çıkıyor. Ayağındaki çarığın üstü yerinde duruyormuş, ama altının parçalandığının farkına o zaman varmış. Yaşlı kadına ayağının altını gösteriyor. Kadın, “Eyvahh!” diye bir çığlık atıyor ve içerideki kocasına haber veriyor. Kocası, avcı çarığı tabir edilen türden yukarısı yün altı deri dikimli bir çarık getiriyor, veriyor. Tabii bir müddet sonra o da parçalanmış halde ulaştıkları Erzincan’dan trene binerek Kars’a, oradan da Sarıkamış’a geçiyorlar. Yanında bir Oflu Yusuf da varmış. Daha çatışmaya girilmemiş olmasına rağmen bir yerlerden kurşun sıkılıyor, yanlarındaki bir arkadaşı “tark” diye vuruluyormuş. Nihayet bir tepeyi aşınca karşılarında tam teçhizatlı, eğitimli, sonradan Ermeniler olduğunu anladıkları düşman askeri ile karşılaşmışlar. Tam bir meydan harbi, can pazarı yaşanmış. İlk vurulan Hasan amcanın yüzbaşısı olmuş. Yere düşmüş. Daha sonraları sözde Ermeni soykırımı cümlesinden “Türkler Ermeni köylüleri katletti” iddiaları bir şekilde kulağında kaldığı için konu gündeme geldiğinde Hasan amcanın da istihza ile belirttiği gibi “senin köylülerden (yani Ermenilerden)” biri vurulan yüzbaşının yanına atlayıp belinden kılıcını sıyırmış, tam kafasını kesecekken bunu gören Hasan amca, ayaklarını dahi kurmayı beklemeden makinelisinin tetiğine basmış da basmış. Önce o Ermeniyi vurmuş. Sonra bayıra aşağı (yokuş aşağı) dönmüşler. Mermi sandıklarını arkadan yetiştirmişler. Bizzat kendisinin, katırdan sandığı indirirken arkasını döndüğünde olsa gerektiğini belirttiği üzere ayağında bir istilik (sıcaklık) hissetmiş. Önce neden kaynaklandığının farkına varmamış. Aradan zaman geçtikçe o yer yanmaya başlamış. Bakmış, görmüş ki topuğunun yanından vurulmuş. Sarmaya yamalık (bez parçası) bile yokmuş. Toprak basmış da bir şey yırtmış bağlamış. Bu yara izi ayağında ölünceye kadar ur gibi duruyormuş. 

Ekmekten başka her şeye benzeyen “şey”

Doğu cephesinde savaşarak gazilik rütbesine erişen… Madalya kanunu çıktıktan sonra gazilik madalyasını alabilerek göğsünde gururla taşıyabilen şanslılardan olan… “Gâvur bir daha gelse ne yaparsın?” sorusuna “Tifeğimi alıp hau gaşuku gırana yatarım. Bu yaştan sonra uzağa gidemem. Artık Erzurum’lara siz gidersiniz” şeklinde nükte ile mukabelede bulunan… Hasan amcanın olduğu cephede kış şartları öyle sertmiş ki bir keresinde bir asker nöbette iken bir kurt kırımsanın (kırağı) arasından gelmiş, onu yemiş. Az daha kendisini de yiyecek olan bu kurdu Oflu Yusuf vurarak öldürmüş. Açlıktan insanlara yakın yerlere inen kurdun kendisini yeme girişimine kurdun yediği asker kendinde karşı koyacak takat bulamamış. Çünkü yokluktan asker aç, bîilaçmış. Zat ekmek yenmiyormuş. Bir kara çamur gibiymiş. Yemek zati yokmuş. Geyikli’nin Kanyaş denilen mevkiinde bulunan bir ota benzer bir ot varmış, Oflu Yusuf’la birlikte o otu bir teneke içinde kaynatıp yiyorlarmış. Tuz filan hak getire; inek yalı (ineklere vermek için kazanda su ile kaynatılan ot vs) gibi su ile haşıllayıp (haşlayıp) yiyorlarmış. Yine böyle bir ot haşlama anında bir yerden Kara Kâzım (Kazım Karabekir) oraya gelmiş. Ateşin dumanından ortalık boğuluyormuş. Herkes korkmuş. Sus pus olmuş. Gık bile çıkaran yokmuş. Oflu Yusuf, “Paşam! Bir ot var, biz kaynatıp yiyoruz” demiş. Kazım Karabekir, “Oğlum! Ne yapıyorsunuz? Zehirlenirsiniz” diye tatlı-sert çıkışmış. Oflu Yusuf, “Paşam! Biz iki gündür yiyoruz, bir şey olmadık” cevabını verince Kazım Karabekir de tatmış. “Bu adam zehirlemez ama bir şeye yarıyor mu bari” deyince “Paşam! İşte, karnımıza atıyoruz” cevabını vermişler. Bu olay Şıhû Hasan amcaya onbaşılık yolunu açmış, onbaşı olmuş. Aradan fazla zaman geçmeden Hasan amcayı yüzbaşısı çağırıyor. “Hasan! Seni fırına yollayacağım. Orada bir yüzbaşı var. O buraya alınacak” diyor. Daha fırının ne olduğunu bile bilmeyen, “fırın” kelimesini ilk kez duyan Hasan amca siviller tarafından ekmek yapılıp askere verildiğini gördüğü ve sivillere ait bu yerde göreve başlıyor. Başlar başlamaz da imar ve ihya edilmeyen, sağlam ölçüsü bulunmayan, hesap korkusu olmayan “insan unsuru”nu nasıl da Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “esfel-i safilin”e (aşağıların aşağısı) yuvarlayacak “koyun can kasap et derdinde” türden işler yaptığına tanık olmuş Hasan amca. Bu eylem, asker için gelen unun satılması, bir çürük arpa-çavdarın vs. pişirilip askere verilmesi şeklinde kendini gösteriyormuş. Asker de ekmekten başka her şeye benzeyen bu “şey”i yiyemediği için kırılıyormuş. Hasan amca bu duruma müdahale etmiş. Gelen unların satılmasını önlemiş. Ekmek yapılmasını sağlamış. Askere ekmek dağıtılmış ki tadından yemekle bitirememişler. Durumdan haberdar olan Kolordu Komutanı Kara Kâzım (Karabekir)’den Hasan amcaya bir takdirname gelmiş. 

Geyikli’yi kaza doktorluğuna tercih

Bundan sonra Hasan amca Erzurum Mareşal Hastanesine gönderilmiş. Önce, bir iki ay kimya laboratuvarında çalışmış.Orada ilaç yapmayı öğrenmiş. Oğlu Seyfi Yaşar’ın “Babam güzel ilaç yapıyordu. Yanık ilacı yapıyordu. Uyuz ilacı yapıyordu” diye bu yönünü anlattığı Hasan amca sonra diş doktorunun yanına geçmiş. Diş çekmeyi öğrenmiş. Bunu bevliye (üroloji) doktoru, daha sonra Hariciye doktoru başhekimin yanında çalışma izlemiş. Hasan amca başhekimden de bir takdirname almış. Tezkere vakti geldiğinde başhekim kendisine, “Tezkere bırak. Üç ay daha kal. 40-45 lira maaşla seni bir yere kaza doktoru olarak vereceğim” teklifinde bulunmuş. Fakat Hasan amcadan aldığı cevap “Ben beklemem, gideceğim” olmuş. Bunun üzerine başhekim, “Eğer bu teklifimi kabul etmezsen takdirnameni yollamayacağım” tehdidi de kokan ifadelerle teklifini tekrarlamış. “Ölene kadar başını taşa vuracaksın”ı eklemeyi de ihmal etmemiş. Bütün bunlara kulak asmayan Hasan amca İstiklal Madalyası alma zamanı askerlik şubesine gittiğinde gerçekten de takdirnameyi dosyasında bulamamış. Başını taşlara vurmamış ama çok kez pişmanlığını dile getirdiği oluyormuş. İşte Hasan amcanın yukarıda bahsettiğimiz özellikleri kendisine Erzurum Mareşal Hastanesi deneyiminden kalmış. Bu deneyim Hasan amcaya bizim bilmediğimiz daha ne maharetler kazandırmış ki oğlu Seyfi Yaşar’dan öğrendiğimize göre bir keresinde Hasan amca kafasından vurulmuş. Kurşun çenesinden girmiş, dilini delip diğer kemikten çıkmış. Hasan amca bu olayın yol açtığı yarayı bizzat kendi iyileştirmiş. Daha nice tıbbi operasyonlara imza atan Hasan Yaşar amca “tezkere bırak” teklifini kabul etmediği için belki diplomalı doktor olamamış ama, şans başka bir yerde, İstiklal Madalyası alma konusunda yüzüne gülmüş. Kimisi yok yere firari gözüktüğü, kimisinin evrakları kaybolduğu, kimisinin evrakları askerlik şubesi yangınına kurban gittiği için nice Geyiklilinin mahrum kaldığı onurlu nişaneyi göğsünde taşıma bahtiyarlığını tadan Hasan Yaşar amca, 19.09.1994 yılından bu yana da, başucundaki ay-yıldızlı al bayrağın da işaret ettiği gibi hem “bu vatan kimin?” sorusunun cevabı, hem Geyikli’nin de topraklıktan vatanlığa terfi etmişliğinin alameti “sıradağlar”dan biri olarak Konakyanı Mezarlığında “toprağın kara bağrında” yatıyor. 

Hazırlayan:
Kamil BAYRAKTAR / Gazeteci Yazar

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz