ÖREN İLE YEMEN’İN FARKI


          “Yemen’i hepimiz duymuşuzdur, Osmanlı’ya bağlı bir bölgenin Arap yarımadasındaki adıdır;
Anadolu çocuklarının gidip de dönemediği; “burası yemendir, gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir?” sözünün anlattığı yerdir…
 Ören ise; Giresun’un Eynesil ilçesine bağlı, benim doğduğum eve üç veya dört km. uzaklıkta bir beldenin adıdır. Ben hiç silâh altına alınmadan öğretmen olarak askerlik görevimi bana üç dört km. mesafedeki bu şirin beldede tamamlamıştım. Biri dünyanın öbür ucu, diğeri evimizin yan tarafı…” diye başlayan yaşanmış bir öykü… Yakın bir tarihte aramızdan ayrılan değerli bir ağabeyimizden alınan ibret dolu bu satırlar şöyle devam ediyor:

        “Babam Birinci Dünya Savaşı’nda Yemen’de askerdir; gidip de dönen ender insanlardandır. Hicaz Fırkası 127. Tabur 11. Alay onbaşısı. Belki de Hicaz’da İngilizler’e tutsak olup Hindistan’a götürülmesi geri dönmesini sağlamış olabilir; bunu bilemeyiz. İngilizler’e iki yılı aşkın tutsak kalır, Birinci Dünya Savaşı bitince askerden döner. Bu kez istiklal Savaşı’na katılmak zorunda kalır; bir süre de İstiklal Savaşı’nda bulunduktan sonra nihayet evine döner.
        Babamla aramızda epeyce yaş farkı vardır.  Ayrıca babam, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere iki devletin kimliğini taşımıştır. Hindistan’da tutsak iken açılan okullarda iyi de eğitim almıştır, deneyimlidir. Buna karşılık ben, bu deneyimleri yok sayan, mevcut düzene karşı olan ve yeni bir dünya kurmaya heveslenen bir genç idim. Bu yolda beni durdurmak mümkün değildi; hatta öyle ki, bu mücadelede babam benim birçok belamı savuşturmuştu.”

       Genç kuşakların daha iyi anlaması için burada anlatılmak istenen düşünceyi biraz açmakta yarar olacaktır; şöyle ki:

          12 Eylül darbesinden önceki Türkiye’nin gençliği zor durumdaydı. Kamplara bölünmüş; kurtarılmış bölgeler oluşturmuş; birbirine pusu kuran ve acımadan öldüren bir akıl tutulması içine itilmişlerdi.  Bir grup diğerine, “ komünistlere ölüm!”; kendilerini komünist olarak tanımlayanlar diğerine “faşistlere ölüm!” diye bağırıyorlar; “yeşil komünist” suçlaması adı altında “İslamcılar” hiçbir kesim ile anlaşamıyorlardı… Farklı görüşlerin oluşturduğu kamplara bağlı birçok öz kardeş, güven içinde aynı evde kalamıyorlardı(!)

          İşte o yıllardaki babalar, gençlerin birbirine karşı duydukları bu öfke ile ve acımasızca cinayet işlemeleri karşısında çaresiz kalıyor, büyük sıkıntılar çekiyorlardı. Hatta bu nedenlerden dolayı 12 Eylül  Askeri Darbesinin yapılmasına çok sevinmişlerdi. “Evren Paşa çok yaşa!” diye bağırıyorlar; onun yurt gezilerinde alanları tıka basa dolduruyorlardı… Bugün ‘darbeye karşıyız’ diye ateşli tartışmalar yapan bazı kesimlerin, o yıllarda Evren Paşa’yı nasıl alkışladıklarını çok iyi biliyoruz. Yine o yıllarda bazı gazetelerin darbeyi destekleyen manşetlerini hatırlıyorum da aynı gazetelerin bugün darbeye karşı attıkları manşetleri ile karşılaştırınca hayrete düşüyorum! Yüzer gezer bir yapı…
          “ Bu anlayış içinde biz de o günkü heyecanımızla tüm dünyayı en kısa zamanda sömürüden kurtarıp kendimize göre yeni bir dünya düzeni kurmaya kararlıydık; ölüm o günlerde belki de bir çoğumuz için ödül sayılabilirdi. Yani böyle düşünüyorduk… Duvarlarda afişlenen resimler ve altında;  “ O ölmedi !“ yazan sloganımızla…!
           İtiraf etmeliyim ki bu işin böyle olmadığını babam benden iyi biliyordu ve de bana sıkça uyarılarda bulunuyordu.  “ Oğlum, beni bir on dakika dinle sonra ne istersen yap” diyordu! Ben ise yaklaşık on yıl cephede kalmış, esir kamplarında yaşamış olan babamı on dakika dinlemeye tahammül gösteremiyordum(!)
           İşte o zaman babam

         ‘Oğlum sende kabahat yok, kabahat; bana Yemen’de, sana Ören’de askerlik yaptıranlardadır!’  diye devam ediyordu…

             Neyse…

             Aradan çok geçmedi 12 Eylül askeri darbesini yaşadık; sorgulandık, tutuklandık ve mahkûm olduk! Babam bir gün cezaevine beni ziyarete geldi. Görüş yasak olmasına rağmen babamın İstiklal Savaşı gazisi olmasına ve yaşına hürmeten açık görüş izni vermişlerdi.

            Babam bu ziyaretinde bana, korkmamam gerektiğini, insanın başına her şeyin gelebileceğini anlatıyor; devam ederek kendisinin Hindistan’da esir kaldığı yıllardan söz ediyordu. Teselli için, ‘burası ne ki !’ diyordu… Konuşurken baba yüreği ile bana bakıyor, gözlerinden yaşlar akıyordu!          Ben de kendisine üzülmemesi gerektiğini anlatıyordum, ama bir şeyi ekleyerek:

        “Baba, ben Ören’deki askerlikle Yemen’deki askerliğin farkını artık anladım!“

Abdullah GÜLAY 
[email protected]

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz