Ya Türkler Müslüman Olmasalardı?..

 Bir üniversite rektörünün “Keşke Türkler Müslüman Olmasaydı?” tarzındaki sözleri kamuoyunda yine yoğun polemik konusu oldu.

Bilimsel yeterlilikte dünya üniversiteleri arasında ilk beşyüze bile giremeyen üniversitelerimizin sözde bilim adamlarıyla, edebiyatçı, sanatçı, fikir ve edebiyat insanı geçinen çoğu entelektüellerimiz, popüler olmanın, birilerinin gözüne girerek ikbal, mevki, makam ve maddi imkanlar devşirmenin yolunu kendi milletlerine ve dinlerine karşı bu tür haksız, gerçek ve insaf dışı, abuk sabuk isnat ve iftiralarda bulunmakta arıyorlar. Özellikle batılı oryantalist çevreler, bizimkilerin bilimsel yetersizliklerini çok iyi bildiklerinden, bunların başka ciddi alanlardaki sözüm ona bilimsel çalışmalarına ve görüşlerine zerre kadar itibar etmiyorlar, değer vermiyorlar. Ama mensup oldukları toplum ve medeniyet aleyhinde söyledikleri şeylere sıra gelince, bunlar ne kadar saçma ve gerçek dışı olursa olsun, hemen doğru ve gerçek kabul edip kendi söylemleri içine alıyorlar ve bu saçmalıkları yine onlara karşı kullanmaktan da asla geri durmuyorlar. Aslında bu tür isnat ve iftiraların çoğunun patenti de yine başkalarına ait. Bunlar,bize hiç de dost olmayan çevrelerde pişirilip kotarıldıktan sonra kendilerince uygun zaman ve zeminlerde servise konuyor. Bizimkiler ise sadece bunların dillendiricisi oldukları halde, sanki kendi görüşleriymiş gibi ortalarda dolanıyorlar.

Fakat ne dersiniz, biz bu konuya da olumlu tarafından bakmaya çalışalım?! Ne kadar üzücü ve kırıcı olsa da, bu tür abuk sabuk iddiaları, tarihimizle yüzleşme, tarihimizde olup bitenlerden dersler çıkarma fırsatı olarak değerlendirmeye çalışalım. Varlığımızı, kimliğimizi ve kişiliğimizi geliştirip devam ettirmemiz ancak doğru bir tarih şuuruyla mümkün olabilir. Nereden geldiğini, tarih yolculuğunda hangi badirelerden geçtiğini bilemeyen milletler hiçbir yere gidemezler. Pek tekin ve güvenli olmayan engin gelecek ufuklarında oradan oraya sürüklenerek kaybolup giderler.

Bu yüzden zaman zaman şöyle bir durup, benzer soruları ciddiyetle kendi kendimize sormamızda ve cevabını uzun tarih maceramız içerisinde bulmaya çalışmamızda sayısız faydalar vardır.

Sahiden, acaba Türkler Müslüman olmasalardı ne olurdu? Türkler, Müslüman olmakla neler kazanıp, neler kaybettiler? Müslüman olmakla iyi mi ettiler, kötü mü ettiler? Gelin bunun cevabını aramak için tarihe bir yolculuk yapalım.

İslamın ilk yayılma dönemlerinde Türkler, Asya ve Doğu Avrupa’da çok geniş bir coğrafya üzerinde değişik kavimler, kabileler, boylar, topluluklar halinde yaşıyorlardı. Genelde bölük pörçük, çoğu zaman da birbirlerine rakip ve düşman akraba topluluklar şeklinde zor bir hayat süren Türk boylarının arasında, başka yabancı milletlerden unsurlara rastlanmaktaydı. Bu dönemin en önemli Türk kavimleri Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler, Avarlar, Ogurlar ve Oğuzlardı.

İrili ufaklı sayısız Türk devletlerinden üçü zamanında, Kuzey Asya’nın geniş düzlüklerinde yaşayan bütün Türkçe konuşan kavimler, tek bir bayrak ve imparatorluk çatısı altında toplanabilmişlerdir. Bunlar Büyük Hun, Göktürk ve Büyük Selçuklu İmparatorluklarıdır. Her üç imparatorluğu da Oğuzlar kurmuşlardı.

Göktürklere (552-745) kadar Türk milletinin ortak bir adı bile yoktu. Türk adını ilk defa Göktürkler kullandılar. Türkler, yine bu dönemde göçebe bozkır yaşantısından, yerleşik hayata geçmeye ve tarıma yönelmeye başladılar.

Siyasi çatışmalar, iç çekişmeler, taht kavgaları, yabancıların özellikle Çinlilerin entrikaları ve müdahaleleri yüzünden, Türkler siyasi birliklerini uzun süre devam ettiremiyorlar, bir türlü sürekliliği olan bütün Türk kavimlerini aynı bayrak altında toplayabilen büyük ve güçlü devletler kuramıyorlar, kurdukları büyük devletler de pek uzun ömürlü olamıyordu. Türk devletleri genellikle yine Türkler tarafından yıkılıyor, bunların yerine başkalarına ve çoğunlukla Çin’e bağımlı, parça buçuk küçük devletçikler oluşturuluyordu. Bazılarının kağanları bile Çinliler tarafından atanan bu devletlerin idaresindeki Türkler Çin örf ve adetlerini kabule zorlanıyorlardı.

Çin entrikaları, taht kavgaları, değişik Türk boyları arasındaki rekabet ve çekememezlik gibi sebeplerle Göktürk İmparatorluğu da fazla uzun ömürlü olamadı. Kuruluşunun üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, önce Doğu ve Batı Göktürkler olarak ikiye ayrıldı, sonra da 630 yılında tamamen Çin egemenliğine girdi. 630-680 arasındaki 50 yıllık haysiyet kırıcı dönemde, bey olmaya layık oğulların köle durumuna, hatun olmaya layık kızların cariye durumuna düştüğü, Türk Milletinin: “Ülkeli bir kavim idim, nerede şimdi benim ülkem? Hakanlı bir kavim idim, nerede şimdi benim hakanım?” diye inim inim inlediği Orhun Abidelerinde de anlatılır.

Göktürkler, 50 yıllık acı ve ızdırap dolu yılların ardından 681’de yeniden bağımsızlıklarına kavuştularsa da 745’de yine başka bir Türk boyu olan Uygurlar tarafından tarih sahnesinden silindiler. Uygurlar da ancak 840 yılına kadar varlıklarını sürdürebildiler. Onlar da bu tarihte başka bir Türk hanedanlığı olan Karahanlıların hakimiyetine girdiler.

İslam öncesi dönemde Türkler arasında doğru dürüst bir dil birliği de yoktu. Her boy ve kabilenin başka bir lehçesi, başka bir ağız ve şivesi vardı. Türkler başka milletlerle çok kolay kaynaşıp karıştıkları için bu şiveler gittikçe birbirinden uzaklaşıyor, hatta başkalaşarak ya başka bir dil haline dönüşüyor, ya da kendi dillerini tamamen unutan Türkler başka milletlerin dillerini konuşmaya başlıyorlardı. Türklerin esas anayurdu, Aral Gölü-Altay Dağları-Tanrı (Tiyanşan) Dağları arasında kalan ve Balkaş Gölünü de içine alan büyük üçgendi. Ancak Türkler, çok erken zamanlardan beri hızla çevreye yayılmışlar, kuzey-doğuya ilerleyerek Çin’in kuzeyine yerleşmişler, İrani kavimlerle karışıp Saka (İskit) adı altında batıya akmışlardı. M.Ö. 1111 yılından M.Ö. 256 yılına kadar 855 sene Çin’de saltanat süren Çu hanedanının da Türk olduğunda çoğu tarihçiler birleşmektedir. Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Kıpçaklar, Uzlar, Bulgarlar da Avrupa’ya gelip yerleşen ve bazıları buralarda devletler kuran Türk kavimlerindendiler. Fakat Türkler buralara daha üstün bir kültür götüremedikleri için, gittikleri yerlerde çok geçmeden dillerini de, kimliklerini de, Türklüklerini kaybediyorlar, buralardaki milletler arasında eriyip yok oluyorlardı.

Eski Türkler Göktanrı dinindendiler. Fakat zamanla bu din ve inanış yeterli olmamaya, halkın içindeki manevi açlığı doyuramamaya başladı. İslamın yeryüzünü aydınlatmaya başladığı dönem, aynı zamanda Türklerin de, yeni bir din arayışına girdikleri döneme rastlamaktaydı.

Yavaş yavaş Göktanrı dinini bırakmaya başlayan Türkler arasında Şamanizm, Manihaizm, Budizm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi dinler yayılmaya başladı. Türklerden, neredeyse o zaman mevcut olan dinlerin hepsine girenler vardı. Fakat bu sefer bir de din birliğinden yoksunluk, millet içinde yeni ayrılıklara ve çözülmelere yol açmaya başladı. Üstelik bu dinlerin çoğu onların milli karakterleriyle de bağdaşmıyordu. Nitekim Göktürk İmparatoru Bilge Kağan, ülkenin her tarafında Budist ve Taoist tapınaklar inşa ettirerek, bu din ve felsefeyi Türkler arasında yaymayı arzu ediyordu. Bu düşüncesini Veziri Tonyukuk’a açtığında Tonyukuk kendisini: “Bu dinler bizim karakterimize uymaz. Çünkü her ikisi de insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğratıyor. Kuvvet ve savaşçılık yolu, bu değildir. Türk milleti’ni yaşatmak istiyorsak, ne bu öğretilere, ne de bunların tapınaklarına ülkemizde yer vermemeliyiz” diyerek kendisini uyarmıştı.

Göktürklerden sonra gelen Uygurlar Mani dinini benimsediler. Bu arada Hazarlar Mûsevî dinine ve batıdaki Tuna Bulgarları da Hıristiyanlık dînine girmişlerdi. Din ayrılığı, milletin hem birlik ve beraberliğinin, hem de kimlik ve kişiliğinin korunup geliştirilmesinin önünde en büyük engel durumuna gelmişti . Örneğin Tuna Bulgarları Hıristiyan olmalarının üzerinden daha bir asır bile geçmeden hem Türkçeyi hem de Türklüklerini tamamen unuttular. Doğu Avrupa’ya yerleşerek devletler kuran Türk boyları da, Hıristiyanlaştıktan sonra Slavlaşıp Türklüklerini kaybettiler.

Kısaca İslamla tanıştıkları dönemlerde Türkleri bir arada tutabilecek ne güçlü bir siyasi birlikleri, ne de doğru dürüst din, kültür ve dil birlikleri kalmıştı. Türk milleti belki de tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıyaydı . Eğer Müslüman olmasalardı, büyük bir ihtimalle başka milletler içinde eriyip gideceklerdi. Nitekim daha önce çeşitli dinlere girenler Türklüklerini kaybettikleri gibi, Türklerin de en yaman düşmanları olmuşlardı. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri içine alacak kuvveti gösterdi ve Türkler içine düştükleri ayrılık ve dağınıklığın içinden ancak Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ederek çıkabildiler.

Türk milletinin İslamla şereflenmeden önceki ve sonraki durumları , şu Ayet-i Kerime’lerdeki tasvirlere şaşılacak derecede benziyordu: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün! Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (İslama ısındırıp) birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. (A’li İmran: 103)

Allah, onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yer yüzünde olan (her) şeyi toptan harcamış olsaydın bile yine de onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galibdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal:63)

Türklerle Müslümanlar arasındaki ilk münasebetler Hazreti Ömer devrine kadar uzanır. Bu dönemde Müslümanlar Sasani İmparatorluğunu yıkarak Türklerle sınır komşusu olmuşlardı. Daha sonra Horasan’ı alan Müslümanlar, Emevîler devrinde Amuderya’yı geçerek Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den aldılar. Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katıldı. Buralarda yaşayan Türkler arasında da Müslümanlık yayılmaya başladı . 
Ancak Emevilerin kendilerinden olmayanlara karşı uyguladıkları ırkçı ve baskıcı “şuubiyye politikaları” yüzünden münasebetler pek olumlu yönde gelişemedi. İki taraf arasında sık sık çatışmalar yaşandı.

Emevilerin Arap olmayan Müslümanlara karşı âdil ve eşit davranmamaları, Müslümanlığı kabul eden Türkler arasında da huzursuzluğu artırmıştı. Müslüman Türkler, Emevilere karşı Abbasileri destekleyerek iktidarın Abbasilere geçmesinde önemli rol oynadılar. Horasan bölgesinin komutanı Türk asıllı Ebu Müslim, isyan edip Hz. Peygamber`in amcası Hz. Abbas`ın soyundan gelen Ebu`l Abbas Abdullah`ı halife ilan etti. Emevi idaresine son verilerek, Abbasi Devleti kuruldu (750). Türkler, Abbasi Devleti’ni daha çok benimsediler, yeni yönetime daha sıcak baktılar.

Bu arada 745 yılında Göktürk İmparatorluğu yıkılmış, Türklerin siyasi birlikleri dağılma noktasına gelmişti. İslam alemi ise iktidarın Emevilerden Abbasilere geçiş dönemi sıkıntılarıyla boğuşuyordu. Bölgedeki bu karışıklıklardan yararlanmak isteyen Çin, hakimiyet alanını genişletmek için batıya doğru ilerlemeye ve Türk topraklarını işgale kalkıştı.

Abbasi Devleti’nin kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmemişti ki, büyük bir Çin ordusu Orta Asya`ya hakim olabilmek için batıya doğru ilerlemeye başladı. Çin kuvvetleriyle tek başlarına baş edemeyeceklerini anlayan Türkler, ortak düşmanlarına karşı Abbasîlerden yardım istediler. Türklerden ve Müslümanlardan oluşan müttefik kuvvetler, 751 yılı Temmuz’unda Talas Irmağı kenarında 100 000 kişilik Çin ordusuyla karşı karşıya geldiler. O zamana kadar genelde hep karşı cephelerde yer alan Araplarla Türkler, ilk defa bu savaşta ortak düşmanlarına karşı aynı cephede yer alıyorlardı. Beş gün süren bu kanlı savaşta Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı.

Talas Meydan Muharebesinin zaferle neticelenmesi; Türk, Çin, İslam ve dünya tarihi ve medeniyeti açısından çok önemli sonuçlar doğurdu, tesirler bıraktı. Bu zaferle, Orta Asya’nın Çin egemenliğine girmesi ihtimali ortadan kaldırılmış oldu. Çinliler, Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar, bir daha Tanrı (Tiyenşan) Dağları’nın batısına geçemediler. Türkler de, yüzlerini artık batıya çevirdiler. Timur’un yarım kalan seferi hariç (1405), Çin’e karşı ciddi bir harekata kalkışmadılar. Türklerin zamanla Ötüken Vadisini de terk etmelerinden sonra, bu bölgeye Moğollar yerleşmeye başladılar.

Talas Savaşı, İslam aleminde de çok büyük yankılar uyandırdı. Abbasi Devleti bu zaferle gücünü ispat ederek, bütün Müslümanların gözünde sempati ve meşruiyet kazandı.

Talas Savaşı, Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaş l a, Türklerle, Arapların birbirlerine karşı kinleri azalmış, uzun yıllardan beri devam eden çetin savaşlar yerini barışa bırakmıştır. Artık, Türkler ile Müslüman Araplar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler, dostane ilişkiler alıyordu. Değişik dinlere mensup Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslam dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslam dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, başka din ve inanışlara sahip Türklerin İslamiyet’i benimsemelerine sebep oldu. Orta Asya’da, yüzbinlerce Türk, İslam Medeniyeti dairesine girdi.

Türkler, 150 yıl kadar İslamiyeti incelediler. Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle X. yüzyılda hız kazandı. Henüz 900 tarihlerinde İtil (Volga) çevresinde bulunan Bulgar Türkleri arasında Müslümanlığa çok büyük ilgi vardı. Nitekim İtil Bulgarları hükümdarı Almış Han, 920 ‘de Abbasi halifesine müracaat ederek din âlimleri ve mimarlar göndermesini rica etmişti. Aynı tarihlerde Önce Karluk, Yağma ve Çiğil boyları, ardından Oğuzlar arasında İslâmiyet yayıldı.

Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Karahanlı tahtında oturan Satuk Buğra Han’ın yüzbinlerce Türk’le birlikte İslamı kabul edip, resmi din ilan etmesi (924) hem Türk, hem İslam, hem de dünya tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Hatta denebilir ki, Türk tarihinin en önemli olayı Türklerin başka dinlerden yüz çevirip neredeyse toptan Müslüman olmalarıdır.

Dünya tarihinde dışardan bakıldığında gayet önemsiz göründüğü halde, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğurabilen olaylar pek nadirdir. Türklerin gönüllerinin İslama açılarak toptan Müslüman olmaları, doğurduğu olağanüstü sonuçlar bakımından üzerinde dikkatle durulması gereken olaylardandır.

Türkler İslamiyeti kendi istekleriyle, hiçbir baskı ve zorlama olmadan, samimi, içten ve kendiliklerinden benimsediler. Böylece o zamana kadarki 1200 yıllık yazılı tarihlerinden çok daha şanlı ve parlak olan yeni bir tarih devresine ayak bastılar.

Türkler, millî yapılarına uygun olduğu için İslam dinini kabul etmişler, bu sayede varlıklarını, birliklerini, dirliklerini hatta Türklüklerini de koruyabilmişlerdir. Türklerden Müslümanlık dışındaki dinleri seçenler, milli benliklerini ve Türklüklerini de kaybetmişlerdir.

Neredeyse toptan Müslüman oldukları IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X. yüzyılın başlarında Türkler, Asya İmparatorluğu ve cihanşümul devlet olma vasıflarını artık kaybetmişlerdi. En büyükleri Uygur ve Karahanlı Kağanlıkları olan, irili ufaklı devletlere bölünerek siyasi birliklerini, çoğu milli karakterleriyle bağdaşmayan değişik dinlere girerek de din ve inanç birliklerini kaybetmişlerdi. Güç ve kuvvetleri dağılmış, birlik ve beraberlikleri, dirlik ve düzenlikleri kalmamıştı. Onları bir araya toplayıp yüceltecek bir ülkü ve ideale, bir mefkure birliğine her zamankinden daha çok ihtiyaçları vardı. Bunu da İslam’la buldular.

Türkler Müslümanlıkla yeni ve güçlü bir kimlik ve kişiliğe sahip oldular. İslamla (Et ve tırnak benzetmesi yetersiz kalır!) adeta beden ve ruh gibi oldular. Onların bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engelledi.

Coğrafyanın vatan, insan yığınlarının millet olabilmesi için din, aile, ahlak, irfan, dil ve edebiyat, sanat, hukuk, devlet, ekonomi… gibi kurumlar meydana getirilmesi, ortak hedefler, ortak davranışlar, örf, adet, gelenek ve görenekler oluşturulması gerektiği, bunun da büyük fedakarlıklar, çile ve eziyetler, sonsuz kahırlar sonucu oluşabileceği yolundaki güzel ve doğru tespitlere katılmamak mümkün değildir. (Coğrafyadan Vatana, s.12-13, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara, 1983)

Türkler büyük bir medeniyet kurabilmek ve bugün yaşayabildikleri yerleri kendilerine vatan edinebilmek için ihtiyaç duydukları her şeyi ancak İslam’la bulabildiler. Ünlü Arap Edibi ve Yazarı Cahiz (öl. 870), Türkler daha toplu olarak İslamiyet’i kabul etmeden önce, onların İslama ne kadar çok ihtiyaçlarının olduğunu, “Türklerin Faziletleri” isimli kitabında çok güzel özetler: “ Eğer Türklerin memleketlerinde de peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, onlar edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri tahmin bile edilemez.”

Gerçekten de İslamiyet Türkleri hem motive edip harekete geçiren bir ideal ve gaye olmuş, hem onların manevi dünyalarının zenginleşmesinde, bedii zevklerinin, güzel sanatlar, edebiyat, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki kabiliyetlerinin gelişmesinde çok büyük roller oynamış, böylece medeniyet yolunda geçmiş tarihleriyle kıyaslanamayacak büyük bir sıçrama yapabilmelerine imkan, zemin ve ortam hazırlamıştır.

Türkler, Müslüman olmadan önce, etrafı yüksek dağlarla çevrili bozkırlardan ve çöllerden oluşan bir kara ülkesi halkıydı. Eğer Müslüman olmasalardı, Türklerin bu kapalı alandan çıkabilmeleri, dünyaya açılabilmeleri mümkün değildi. Çünkü batı tarafları İslam hakimiyetindeydi. İçinde kendi milletlerden unsurların da bulunduğu, bu gücü kırarak batıya akabilmeleri, aksalar bile buralarda varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildi. Çünkü İslamsız batıya akan Türklerin hepsi başka milletlerin içinde eriyip yok olmuştu. Türkler ancak, Müslüman olduktan, hele Selçuklularla birlikte İslamın bayraktarlığını da üstlendikten sonra, kendi milletlerinden olan ve olmayan Müslümanlarla da birleşerek yüzlerini batıya, sürekli batıya çevirip, kolaylıkla ve güvenli bir şekilde batıya akabildiler. Denizlere ulaşarak, kurdukları cihan devletleriyle dünya çapında bir millet olup dünyaya nizam verebildiler.

Türklerin önceleri Moğolistan civarında olan yönetim merkezleri sürekli doğudan batıya bir yol izlemiş, Uygurlarla Doğu Türkistan’a, Orta Asya’ya, Karahanlılar’la da biraz daha Yakın Doğu’ya doğru kayarak Batı Türkistan’a gelmiştir. 1040 yılında Karahanlılar’ın yerine geçen Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile Türk Hakanlığı Akdeniz’e ulaşmış, Yakın Doğu’nun en büyük devleti olmuştur.

Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilip ebedi vatan haline getirilmesindeki en önemli sebep, bunu mümkün kılan en büyük unsur ve daha önce gelenlerin eriyip yok olma akıbetlerine uğramalarını engelleyen en büyük dayanak da İslam olmuştur. 1071 yılındaki Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasının üzerinden daha dört yıl geçmeden Müslüman Türk hakimiyetinin boğazlara ve Ege’ye kadar bütün Anadolu’yu kapsamasını, 1075 yılında Türkiye Selçuklu Devletinin kurulmasından sonra da Anadolu’nun adının artık “Türkiye” diye anılır hale gelmesini, buraların İslama ve Türklere ebedi vatan olmasını Müslümanlığın gücü ve desteğinden başka hiçbir şeyle yeterli bir şekilde açıklanamaz. Nihayet Türkler, Osmanlı İmparatorluğu ile cihan hakimiyeti mefkurelerini gerçekleştirebilmişler, hem kendilerinin, hem de bütün dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve en uzun ömürlü devletlerinden birini kurarak, bir cihan imparatorluğu haline gelmişlerdir.

İnsanlık tarihinin gelişme yolundaki en büyük ve en önemli hamlelerinden biri olan İslam Medeniyeti, Araplar, İranlılar ve Türklerin ortak eseri kabul edilir. VII. yüzyıldan itibaren İslam Medeniyeti tartışmasız olarak dünyanın en ileri medeniyeti durumundaydı. Bizansla temsil edilen Hıristiyan Medeniyeti ile Çin ve Hint medeniyetleri İslam Medeniyeti ile mukayese edilebilecek durumda değillerdi. Roma Medeniyetinin adı bile unutulmuştu. Orta ve Batı Avrupa fakirlik, yoksulluk ve iptidai bir gerilik içindeydi.

Son derece büyük bir dinamizm ve canlılıkla tarih sahnesine çıkan İslam Medeniyeti, inanılmaz bir hızla eski dünyanın en önemli topraklarını ve medeniyet merkezlerini hakimiyeti altına almıştı. Hazreti Muhammed’in vefatının (632) üzerinden daha yarım asır geçmeden Müslümanlar, Sasani İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmişler, Bizans İmparatorluğu’nun topraklarının büyük bölümünü ele geçirerek Kafkasya’nın ötesine ve İstanbul kapılarına dayanmışlardı. Bütün Kuzey Afrika’yı fethedip 711 yılında İspanya’ya geçen Müslümanlar, Pirene Dağlarını da aşarak Fransa içlerine kadar ilerlemişler, bu ilerleyiş ancak 732 yılındaki Puvatya Savaşıyla durdurulabilmişti. Müslümanların en önemli gayelerinden biri İstanbul’u da alıp bir cihan hakimiyeti kurmaktı. Bunun için büyük bir donanma kurdular. Kıbrıs fethedildi. Bizans donanması 655’te Doğu Akdeniz kıyılarında yok edilerek İslam ordusu 668 yılında, yani Hazreti Peygamberin ölümünden sadece 36 yıl sonra ilk defa olarak İstanbul’u kuşattı.

İslamın, Müslüman Arapların önderliğindeki parlak dönemleri fazla uzun sürmedi. Türklerin Müslüman oldukları dönemde, İslam alemi hem fikri, hem de siyasi yönden büyük karışıklıklar içerisindeydi. Gerçekten Müslüman olmadıkları halde İslamın hızlı yayılışı ve gücü karşısında açıkça cephe alamadıkları için İslamı kabul etmiş görünen eski medeniyet unsurlarının İslam inancına, toplumuna, devletine ve halkına karşı giriştikleri örgütlü, sistemli, gizli ve sinsi mücadeleler, bunların toplumdaki iç çekişmelerden ve rekabetlerden de yararlanarak ortaya çıkardıkları kamplaşmalar, düşmanlıklar, iç karışıklıklar, İslamı özünden saptırmaya yönelik gayretler, anarşi, terör, suikast olayları, Emevi ve Abbasilerin izledikleri yanlış devlet politikaları ve daha pek çok iç ve dış sebepler yüzünden İslam Alemi iyice zaafa uğramış, tamamen içine kapanmış, gücü kuvveti kalmamış, çok tehlikeli ve hayati bir döneme girmişti. İslamın özüne aykırı aşırı fikirler, batıl inanç ve düşünceler almış yürümüştü. Batınilik, Hurufilik, aşırı Mutezililik, kaynağını Hint ve Yunan felsefelerinden alan, İslamın temel inanç ve düşünce sistemiyle bağdaşmayan mezhep, tarikat, görüş ve anlayışlar toplumda inanç bakımından da ayrılıklara, bölünmelere, kamplaşmalara ve düşmanlıklara sebep oluyordu. Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan ve bazı Abbasi halifelerince himaye gören Mu’tezile mezhebi, bir müddet sonra tam aksi bir tutuma bürünmüş, kendi düşüncelerini paylaşmayanlara karşı “mihne” diye adlandırılan engizisyon benzeri uygulamalara girişmişti. Bir yandan her şeyi akılla çözmeye çalışan aşırı Mutezileciler, diğer yandan Batıniler, Hurufiler, Haşhaşiler gibi aklı bir tarafa atanlar, öte yandan Budizm, Hinduizm, Manizm, Zerdüştlük gibi eski din ve inançlarını İslama katmak isteyenler, sayısız kollara bölünmüş Şiiler ve ehli sünnet mezhepleri arasında kapanmaz uçurumlar oluşmuş, toplumda birlik beraberlik kalmamıştı.

Emevilerin aşırı ırkçı politikalarından sonra Abbasi hükümdarlarının Devletin en üst görevlerine getirmekte sakınca görmedikleri bazı eski inanç ve medeniyet mensupları, eski dinlerinin ritüellerini ve inanç unsurlarını İslama dahil etme ve bunu Devlet gücüyle yapma gayretleri içerisine de girebilmişlerdi. Örneğin, Abbasiler döneminde halifeden sonra en üst yönetici durumundaki vezirliği elinde bulunduran eski budist Bermekiler, eski inançlarından kopmadıklarını mescidlerde buhur yakmakla ortaya koyabiliyorlar ve işi Halife Harun Reşid’e süslü bir şekilde Kâbe’nin ortasında, üzerinde ebedi olarak öd ağacı yakılacak bir buhurdanlık koymasını önermeye kadar vardırabiliyorlardı.

İlk Müslümanlardaki iman ve ihlas çoktan kaybolmuş, bunun yerini aşırı zenginliğin yol açtığı şımarıklık, lüks ve israf düşkünlüğü almıştı.

Halbuki her şeyin bilgisine sahip olan Allah, Kitabında Müslümanları böyle bir duruma düşmekten açık açık uyarıyordu:

“ Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir. (Maide:54)

Bu Ayetin indiği dönemlerde Türk adının yeni yeni Göktürkler tarafından kullanılmaya başlanması, varolma mücadelesi içindeki bu milletin çeşitli mihnet ve iptilalarla sanki sanki bu ayette vasıfları anlatılan millet olma yolunda ilerideki önemli rollerine hazırlanıyor olması son derece ilgi çekicidir.

Topluca İslam’ı kabul ettikleri dönemde eski dinamizm ve canlılığını yitirmiş olan İslam Medeniyetine Türkler, büyük bir canlılık, dinamizm ve yeni unsurlar kattılar, onu daha evrensel hale getirdiler.

Türkler, toplu olarak Müslüman olduklarında İslâm dünyası siyasi ve fikri karışıklıklar, istikrarsızlıklar içerisinde kıvranıyordu. Müslümanlar, Anadolu’nun büyük bölümünü ve Bizans İmparatorluğunun üçte ikisini asırlar boyu idarelerinde tuttuktan sonra her şey tersine dönmüş, Bizanslılar Anadolu’nun tamamından Müslümanları çıkardıkları gibi Akdeniz’in doğusuna ve Suriye içlerine kadar da inmişlerdi.

Bağdat’taki Abbasi Halifesi uzun zamandan beri Şii Büveyhoğullarının tahakkümü altında yaşıyordu. Hilafet merkezinde ve civarında halkın neredeyse tamamına yakını Sünni olmasına rağmen, hilafet merkezinin zafiyetinden ve iç ihtilaflardan yararlanarak Büveyhoğulları İran’da bir Şii Devleti kurmuşlar ve Bağdat’taki Abbasi halifesini de tahakkümleri altına almışlardı. Büveyhiler, Kahire’deki Şii Fatımi Devleti imamını Halife olarak ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Bunu öğrenen Halife El Kaim , 10 Aralık 1055 tarihinde Bağdat’ta kendi adından sonra hutbede, Selçuk’lu Sultanı Tuğrul Bey’in adını okutarak, onu Bağdat’a çağırdı. 10 gün sonra Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, Şii sultasına son verdi. Şii Büveyhoğulları Devletini yıkarak, bölgede yeniden Sünnililiği hakim kıldı. Fatımi imamına da harp açarak, her yerde Abbasi Halifesi ile kendi adına hutbe okuttu. Bağdat’a Türk Vali tayin etti. Halifenin bütün İslam aleminin ruhani lideri olduğunu, dünyevi hakimiyetin ise Selçuklular’da bulunduğunu bütün dünyaya ilan etti. Abbasiler, İslam dünyasındaki siyasi güçlerini tamamıyla Selçuklu Türklerine bıraktılar. Böylece daha sonra Osmanlılarla devam edecek olan İslam Alemindeki 9 asırlık Türk hakimiyeti başlamış oldu. Bundan sonra Türkler, İslam dininin hem bayraktarlığını, hem de korumalığını yaptılar.

Selçuklular ve onların mirası üzerine kurulan Osmanlılar döneminde Türkler, bütün İslam aleminin ve Müslümanların hamisi oldular. Batıdan gelen haçlı, doğudan gelen Moğol akınlarına karşı asırlarca göğüs gerdiler. İmparatorluklarının sınırları içerisinde bulunsun ya da bulunmasın, İslâm ülkelerine ve Müslümanlara yapılan saldırıları kendilerine yapılmış bir saldırı olarak kabul ettiler. Güçlünün değil zayıfın, zalimin değil mazlumun yanında yer almayı temel ilke edindiler. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, kendilerinden yardım isteyen mazlumların, zayıfların imdadına koşmaktan geri durmadılar. Türkler, İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele almışlar ve bu çerçevede yaşamışlardır. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine göstermişlerdir .

Türklerin İslâmiyet’e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmadı. Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm Medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulundular. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşti. İslâm dininin ve medeniyetinin, dar Arap ve Fars çevresinde sıkışıp kalmaktan çıkarak evrensel hâle gelmesi yine Türkler sayesinde mümkün olabilmiştir.

Kuşkusuz Türklerin İslam’a büyük hizmetleri oldu. Ama Türkler de İslam sayesinde başka hiçbir millete nasip olmayan, sayıp dökmeye sayfaların değil ciltlerin bile yetmeyeceği büyük ve erişilmez nimetlere kavuştular.

Hz Ömer’in Peygamber Efendimizden naklettiği: “ Allah bu Kitap sebebiyle (yani Kur’anla amel edip etmemek yüzünden bazı) milletleri yükseltir, bazılarını da alçaltır.)” sözü, Araplardan sonra Türklerin de tarih içindeki maceralarıyla bir kere daha doğrulanmıştır.

Bugünkü sözde aydınlarımız, İslam’ın ve Türklerin İslam’la beden ve ruh gibi kaynaşmasının bu millet için ne kadar büyük bir nimet ve kazanım olduğunun farkına varamasalar da, eskinin gerçek ilim ve fikir adamları içinde bunun tam bilincinde olan pek çok abide şahsiyetler vardı. Yazımı bu bilincin Hazreti Mevlana’nın Mesnevisindeki yansımalarıyla noktalamak istiyorum:

“Sen bu dini anandan babandan bedava miras buldun da onun için başını şükretmekten çevirdin. Mirasyedi mal kadrini ne bilir?

Hz. Muhammed’in ve onun izinden gidenlerin çalışmaları olmasaydı, sen de ataların gibi puta tapar olacaktın! Hz. Muhammedin milletler üzerindeki hakkını iyi bil! Başın puta secde etmekten bunu bilesin diye kurtuldu.”

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz