Bir Eğitim Felsefemiz Olmalı

Bir eğitim felsefemiz olmalı. Nasıl bir eğitim istiyoruz? sorusundan önce cevaplamamız gereken, nasıl bir insan, nasıl bir toplum ve nasıl bir dünya istiyoruz? sorularıdır. Çünkü her iş gibi eğitim felsefesi de, lafzî ya da fiilî olarak bu sorulara verilen cevaplarla oluşur/oluşmaktadır. Eğitim felsefesi eğitim, politikamızı/politikasızlığımızı, eğitim politikamız; eğitim stratejimizi, eğitim stratejimiz mevzuatımızı o da müfredatımızı belirlemektedir/belirlemelidir. Bu olgular arasındaki illet birliği/bağı rastlantıya bırakılamaz. Şekil ve araçlar amaçları değil, yapı[1] ve amaç araçları ve şekli[2] belirlemelidir.
 Nasıl bir insan istiyoruz?
“ (Yeryüzünde) Fitne kalkıp din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.”[3] Bu ilahi buyruk Müslüman olsun ya da olmasın her vicdan sahibi için dünyada varoluş gayesi olabilir. Yeryüzünde Allah ve Mülkü ile insanlar arasında hiçbir zorlayıcı güç ve engel kalmayıncaya kadar mücahede etmek.
İnsanın, toplumun ve devletin konumlanması gereken yer tam burasıdır. “Dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” noktasıdır. Devletin görevi insanların bir birinin hakkına sarkmasını önlemek ve kendisinin de asla bir sınıf ya da zümre ile birleşerek insanlar ile Allah’ın mülkü arasına girmemesidir. Girerse cihat bizzat ve bilfiil ona yönelecektir. İnsanın ve toplumun konumlanması gereken yer burasıdır. Son tahlilde toplum da devletle birleşerek haksızlığın güç kaynağı haline gelirse bireyin konumlanması gereken yer burası, odaklanması gereken de adalet zulüm denklemdir. Peygamberler, filozoflar, arifler ve en genel anlamda erdemlilerin taraf olduğu tarihin en derin diyalektiği budur.[4]
“De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin…”[5], “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûta/haddi aşan zorlayıcı otoriteye küfredip/reddedip Allah’a güvenirse/iman ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.[6] 
Bu denklem iman küfür denklemi değil, adalet zulüm denklemidir. Hangi inançtan olursa olsun birey için namuslu olma noktası;  Ebu Talip, Mut’im b. Adiyy, Ebu Zer, Voltaire, Henry David Thoreau/Civil Disobedience/ Dinamik Pasiflik, Gandhi, Rosa Parks, Aliene Rachel Corrie’un konumlandığı noktadır. Özetle diğergamlık yoksa insan, ahlak, eşitlik, özgürlük, adalet ve hukuk -yasa değil- yoksa insanlık yoktur.
Öğrenilen her bilginin ayıltıcı olduğu kadar kör edici yanları da vardır.  Bireyde körlük, edindiği bilginin, vardığı yargının mutlak hakikat[7], değişmez gerçek olduğunu düşünmeye başlamasıyla başlar. Bir gerçeğe inanan insanın çevresini buna zorlaması, yetki sahibi olursa da güç kullanarak toplumu şekillendirme hevesiyle zirveye ulaşır. Kur’an buna “İnsan kendini müstağni/eksiksiz gördüğünde tuğyan eder/sınırını aşar/ azar”[8] diyor.
Bu sebepten dolayı eğitim, bireyi, önce bilginin ne olduğuna ayıltmalı, sonra bilme yetisinin yanılmayı ve hatayı da içinde barındırdığını sezdirmelidir. Kur’an’ın ifadesiyle; “…Şüphesiz, her şeyin iç yüzünü mutlak olarak bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’tır.”[9]
Hülasa her insanın ve disiplinin –ekol- bilgisi rölativdir/görecelidir. Bu vahiy kaynaklı olsa da böyledir. Okuyan ve anlayanın, anlatan ve dinleyenin tüm nakisalarını, bilgiyi taşıyan dilin, kültürün ve zamanın nakisalarını içinde barındırır. Dolayısıyla yaşamın mutlak hakikatler üzerine değil mecazi hakikatler/geçekler zemininde inşa edilmelidir. Çünkü bana göresi ve sana göresi olmayan çok az mesele vardır. Burada ifade ettiğim bireysel ve toplumsal kesimlerin hakikatlerinin herkes için hakikat olmadığıdır. Zira birinin hakikati diğerinin göz ardı edilebilir gerçekliği olması, vak’a tarihin en yüksek hakikatidir. Gerçeklik de bireylere, inançlara, kültürlere ve zamana göre değişkendir. O halde hiç kimsenin gerçekliği mutlak hakikat yerine koyulamaz. Birey buna inanabilir, ancak hiç bir hakikat başkalarına dayatılamaz. Kendi hakikatine insanları zorlayan kim olursa olsun, fitnenin ve fesadın kaynağıdır. Kur’an bunu; Firavun dedi ki: “Siz, benden izin almadan ona iman ettiniz ha! Şüphe yok ki bu ahaliyi yurtlarından çıkarmak için, sizin şehirde planladığınız bir oyundur. Ama yakında bileceksiniz başınıza gelecekleri! Evet, ellerinizi ve ayaklarınızı, çapraz olarak keseceğim, sonra da hepinizi toptan asacağım!”[10] Şeklinde ifade ediyor. Firavun ’un lanetlik düşüncesi buydu. Uzaklara gitmeden bu düşünceyi elimizin uzandığı, kulağımızın duyduğu, gözümüzün gördüğü her yerde hem bireysel hem de siyasal zeminlerde müşahede edebiliyoruz. “Arkadaşlık teklifi reddedilince servis aracını taradı”, “Kendisinden boşanmak isteyen karısını öldürdü”, “Kızı çarşaf giyince onu önce akıl hastanesine yatırdı, istediği kıvama gelmeyince de av tüfeğiyle vurarak öldürdü”, “devletin kuralları var. Buyurun ikna odalarına” veya son sürüm; “Yüzde elli oy aldık memur maaşını biz belirleyemeyecek miyiz?”, “Göreve yeni başlayan bir öğretmene 1600 tl fazla, emekli milletvekiline 6030tl az oldu… ” Tümünde ortak nokta; insanlar arası ilişkilerde ahlak, eşitlik, hudulhak/hukuk ve adalet temelli değil, güç hiyerarşisine konumlanmadır. Totalitarizmin ve her türlü faşizm ’in temel psikolojisi budur.
 Bilinci yapılandıran psikolojik durumların, zihni seviye ve akıl atmosferi, kültürel öğeler ve belli bir şeye inanmak bir alanda ilerlemek için zorunluysa da, inançlar genellikle bilmenin önünde engellerdir, bilgiyi kılıflandırarak dönüştürür ve insanı bilebile hakikatin karşısına en azıdan dışına düşürür. Milyonlarca fanatik/kesin inançlı böyle üretilmektedir. Bilinci yapılandıran psikolojik durumların, zihni seviye ve akıl atmosferi, kültürel öğeler ve belli bir şeye inanmak bir alanda ilerlemek için zorunluysa da, inançlar genellikle bilmenin önünde engellerdir, bilgiyi kılıflandırarak dönüştürür ve insanı bilebile hakikatin karşısına en azıdan dışına düşürür. Kuran bunu; “Onlar, bile bile(ön kabullerinden dolayı) Allah’a karşı yalan söylerlerler”[11] şeklinde ifade ediyor.
 Bireysel imkânlar, dilin imkânları, bireyin içinde bulunduğu dilin/anlam dünyasının imkânları, bilgi disiplinleri ve onları oluşturan postulatların tarihselliği, insanın sahip olduğu ve olmak istediği tüm bilgilere karşı şüpheci ve sorgulayıcı bir vaziyet alışa götürmüyorsa, birey, her adımda sağlıklı bilgi ve kararlardan daha da uzaklaşmaktadır. Kur’an buna; “«Bizden öncekileri üzerinde bulduğumuz yol bize yeter» derler. Ya sizden öncekiler yanılıyorsa”[12] ifadeleriyle dikkat çekiyor.
 Eğitim; zamanın küresel temel sorunlarını anlayan, bu sorunların ulusal ve yerel boyutlarını görebilen, ulusal ve yerel imkânlardan ve kaynaklardan çözümler üretebilen bir bilinç inşa süreci olmalıdır. Kuran; “Artık insan neden/nasıl yaratılmış bir baksın.[13], diyerek, biyolojik varoluşun sırlarına, “Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğunda”[14] vicdani, ahlaki ve hukuki sorumluluğa çağırıyor.
Eğitim; her alanda ve aşamada parçayla bütünün bağını kurdurmayı hedeflemeli, bireyi evrenle yer, dünya ile ülke, toplumsal katmanlarla birey ilişkilerinin zorunluluk ve uyumuna ayıltmalıdır. Bilginin tamamını asla kavrayamayacağının bilincinde, fakat her zaman mümkünü imkânsızın sınırlarına kadar sürüklemelidir. Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin mutlak bilgisi Allah’ın tekelindedir. Kuran hem dış evrenin işleyişine hem de biyolojik sistemlere dikkat çekmektedir. “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız![15], “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.”[16]
Eğitim; bilgi kaynaklarının hiç birine yabancılaştırmaksızın, bütünlük içinde bölümlerle bütün arasındaki iliş¬kileri ve etkileşimleri kavratmalıdır. Kavrayamadığını inkâr veya ret yoluna gitmemelidir. Vahyi/beyani bilgi, aklî/ felsefi ve bilimsel bilgi, irfani/ilhami bilgi son tahlilde hem insana doğru hem de insandandır. Varoluş evrenleri ayrı olsa da imkân evrenleri aynıdır.
 İnsan; fiziki, biyolojik, psişik, kültürel, toplumsal ve tarihsel yönleri olan karmaşık bir varlıktır. Birey kendi dışındaki her insana farklı olabilirliği ön kabulüyle yaklaşmalı, hem kendi kimliğinin karşı tarafa karmaşık olduğunun farkında olmalı, hem de diğer insan¬larla ortak kimliğinin bilincine olmalıdır.
Yerel/milli bilinç, dünyalılık ve zamanın farkındalığının yanında, kendi bilinç mağarasında iken dışarıda akan bir zamanın olduğunun farkında olmalı, kendi gerçekliğini asla mutlaklaştırmamalıdır. Bu bilinç bireyi Ashab-ı Kehf gibi geçen üç yüz dokuz yıllık bir zamanın farkında olmama durumundan kurtarırken, devlet ve toplumu da böyle birey ve toplulukların her zaman olabileceği bilincine ulaştırıp, iletişim kazalarını önleyecektir. İncil de ve Yunan mitolojisin de de olan mağarada uyuyanlar kıssası anlam ve içerik olarak aynıdır. Kuran konuyu şu ifadelerle anlatıyor. “Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız”? dedi. (Bir kısmı) “Bir gün, ya da bir günden az”, dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.”[17] 
“…Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.”[18]
Evet, çok dikkatli olmayı tavsiye ediyorlar ancak geçen üç yüz dokuz yıllık zamanın farkında değiller ve onları karşılayan fırıncının durumu da aynı. Bu zaman şaşması iletişimi imkânsız hale getiriyor. Her toplumda kendi mağarasında yaşayan insanlar vardır. Eğitim sistemi tüm mağara duvarlarını kırmak, en azından şeffaflaştırmak üzerine kurulmalıdır.
            Doğa bilimleri, beşe¬ri bilimler, edebiyat, felsefe vahiy ve ilhamî/sezgisel bilgi kaynaklarının tümünden de anlaşılabileceği gibi hem varlık hem de insanlık kesrette birlik içindedir. Her varlık son tahlilde neden sonuç ilişkisiyle birbirine bağlıdır. İnsani/insandan olan her şeyin birliği ile çeşitliliği arasındaki koparılamaz bağlar olduğu gösterilmelidir. Çeşitlilik başkalık ve ötekilik anlamına gelmez/gelmemelidir. İnsanları tekleştirmeye çalışmak ihtilaf/hizip ve fitnedir. Hayvanları boyayarak sürüsüne geri bırakma deneylerinin çoğu farklılaşanı öldürülmesiyle sonuçlanmaktadır. İnsanın yavrusunun mutlaka farkı olanlara karşı mutlaka hayvanlardan farkı olmalıdır. Kuran bunu; “Rabbin dileseydi, insanları (aynı dilden ve inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir.”[19], “Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız…”[20] şeklinde ifade etmektedir.
Toplumsal bilinci inşa eden bilgi kaynakları dini metinler de dâhil; kaynağın kendisiyle, pratikleri ve yorumları -tefsir/tevil- arasındaki fark, her zaman, hakikatle gerçek asındaki farktır. Kendisi mutlak hakikat olsa da okuyanların anladıkları mecazidir/gerçek, rolatiftir/tarihsel. Gerçekler zaman, mekân ve kabullere göre değişirken, hakikatler her zaman gerçeğin fevkindedir. Her anlam ortaya çıktığı zihin, psikolojik durum, sosyal ve ekonomik, siyasal ve kültürel şartlar ve en nihayetinde bireyin içinde var olduğu dile ve zamana aittir. Örnekliği mutlak değil mukayyeddir. XIV. Yüzyıl Kurtuba’sında Şatıbî bunu; normatif evrenin yalnız kendisi değil postulası da tarihseldir. Âlî/yüce maksatlar gözetilerek tükenişinin tespit edildiği her çağda yeniden inşa edilmesi gerekir.[21] Demiş, XIX. Yüzyıl İstanbul’un da Ahmet Cevdet Paşa  “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.”[22]  Şeklinde kaideleştirmiş ve normatif hukuku/yasa buna göre bina etmiştir.
 Günümüzde hiçbir toplum küresel gerçeklere duyarsız kalarak yaşayamaz. Küresel çağın gelişmeleri¬nin bilinmesi ve dünyalı kimliğin sürdürülebilir yaşamsallıklarının tanınması ve içselleştirilmesi gerekir. Genç kendini bir dünyalı olarak hissedebilmelidir. Evrensel iletişim aygıtlarını kullanabilmeli, kendi kimliğiyle beraber her ülkede rahatça var olabilecekleri bir ruhla yetişmelidir. Gençler küresel çağı ve özellikle son iki yüzyılın siyasal ilişkilerini iyi bilmeli,  insanlığa karşı hâ¬lâ sürüp giden baskı ve zulümlerin nedenleri, kaynakları ve yöntemlerinin farkında olmalıdır. Bu tarih içinde insanlığın karşılaştığı zulümlerin sebep ve kaynakları hakkında objektif bir bilince sahip olmalıdır. Hazreti Ali’nin ifadesiyle mealen “zamanının dengelerine göre değil, kendi yaşayacağı zamana göre yetişmelidir.”
Yeter düzeyde üstün yetenekli çocuk gelecek yüzyıl perspektifiyle belirlenen alanlara yönlendirilmeli ve Feyerabent’in ifadesiyle “bilimlerin gösterdiği kesinlikler kadar belirsizliklerin de olduğu”[23] fark ettirilmelidir. Yani; öğre¬tim; fizik bilimleri (mikrofîzik, termodinamik, kozmoloji,) biyolo¬jik evrim bilimleri ve tarihsel bilimlerde ortaya çıkan belirsizlikle¬rin öğretilmesini de içermelidir. Hiçbir bilgi iman manifestosu gibi sunulmamalıdır.
 Rastlantılar, beklenmeyeni bekleme, belirsiz olanla karşılaşma ve zuhur sırasında edinilmiş bilgilere dayanarak değiştirmeye olanak veren strateji ilkelerini öğretirken; belirsizliklerle mücadele de kesinliklere dayanmayı da öğretmek gerekir[24] birey; sağlam parametrelerden yola çıkarak göreceli olanları her dem yeniden inşa edebilme becerisini kazanmalıdır. En azından bunun olgusal olarak farkında olmalıdır.
Geleceğin önceden bilinebileceğine inanan insanlık tarihine ilişkin determinist görüşler artık geçerliliğini yitirmiştir. İnsan serüveninin bundan sonrasının bilinmeyen nitelikte oluşu, bizi ve gelecek nesilleri onu göğüsleyebilmek için beklenmeyeni beklemeye hazırlamaya teşvik etmelidir.[25]
 Gençlere; sosyal, iktisadi, siyasi paradigmaları ezberlemiş ve evrensel çarelerin eczasının kendilerinde olduğuna inanılmasını isteyen birçok akademik titre sahip insanın, süregiden düzenlerde sıradan insanların hayal bile edemeyecekleri kadar büyük rakamlarla çalıştıkları ve bunun karşılığında büyük masallar anlatan tontonlar oldukları anlatılmalıdır. Daha da ötesi bunlardan çoğunun anlattıkları masallara inandıklarının bilinmesidir. Bilgi verenin isminin önünde ne yazıyor olursa olsun ürettiği bilginin korunaklı vahiy olmadığının bilinmesidir. Kuran buna çok yüksek bir perdeden ortaya koyuyor. “Allah’ı bırakıp, hahamlarını; rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”[26]  
Anlayış, insan iletişiminin hem aracı hem amacıdır.  Anlama¬nın öğretilmesi öğretimimizin temeli olmalıdır. Uygarlık; her yönde karşılıklı anlamayı zorunlu kılmaktadır. Yakın olduğu kadar yabancı insanlar arasında da karşılıklı anla¬ma, insan ilişkilerinin önyargı, anlayışsızlık durumundan çıkması için hayatidir. Anlayışsızlığın temellerindeki önyargı, nefret, ırkçılık ve kesin inanç’a karşı evrensel değerler yüceltilmelidir. Birey bilgi konusunda her zaman tabiat ve Allah’a karşı tevazu içinde olmalıdır.
            Toplumun birey, bireyin de toplum tarafından karşılıklı denetiminin bir ahlak olarak yüceltilmesi, demokratik katılımın ödev, denetimin hak olduğu bilincinin verilmesi gerekir. Demokrasi yoluyla; toplum ve bireyler arasında karşılıklı bir denetim ilişkisi kurmak, insanlığı dünya toplumu olarak gerçekleştirmek, insan soyuna ait olma bilincini yüceltmek gerekir.
Birey; insanların yüzde yüzü kabul etmiş olsa bile, hiç bir hakikati/gerçeği kabul etmek zorunda olmadığını bilmeli, pasif kalma, uymama hakkına sahip olduğunu idrak ederken kendisi için bu hakkı korumanın haysiyetine ayık olmalıdır.
Genç, ben olma ile biz olma arasındaki bağı kendi özgür tercihleri lehine yaşayarak kurmalıdır. Özgürlüğü, bireyin kendisi ve kendisine ait olanlar hakkında karar verebilme yetkilerinin tanınması olarak tanımlarsak, bireyin kendini farklı ilgi ve bağlamlarla bir şeylere ait hissetmesi, özgürce ve açık bilinçle kendini tanımlayarak topluma karşı konuşlandırabiliyor olması gerekir.
            Toplum ve zorlayıcı güce sahip olan devlete düşen, bireylerin ve toplulukların kendileri için yaptıkları tanımları olduğu gibi kabul etmektir. Böylece kabul edilmediği toplumlarda, cemaatleri ve nihayetinde toplumu oluşturan birey açısından kendini kimlik olarak tanımladığı unsurlara biz demekte ise de aslında biz yok, hormonlu egolar veya ideolojik saplantılarla oluşmuş  “büyük ben” vardır. Bu cemaatlerde ve cemaat tipi siyasi partilerde lider karizmaları, devlette de tanımlanmış devlet ideolojisidir. Bu herkesin kimliğini, kişiliğini örten kalın bir örtü gibidir. Toplumların gelişim dinamiklerinin önündeki en büyük engel budur.
            Hakikat ve batıl, bireyler arası bir kabul ve iletişim meselesidir.  Herkesi bağlayıcı kurallar alanı olan devlet’in hakikati değil, gerçekleri olur. O gerçekler de, temel insan haklarını ve toplumsal varlıkları yok etmeksizin ve yok saymaksızın oluşturulmak zorundadır.
Çocuk nasıl bir dünya hayal ediyorsa toplum ve gelecek öyle inşa olmaktadır. Ders kitaplarındaki tüm metinler, endoktriner tek taraflı belirleme olmaksızın görgü kuralları ve ahlakî yüceltmeleri içermelidir.
 Eğitimin en temelde üç amacı; akli, ruhi ve fiziki gelişime yardımcı olmaktır. Akli ve ruhi gelişimin en önemli unsuru bireyin içinde yaşadığı toplumla aidiyet duyguları geliştirmesidir. Toplumları bir arada tutan doğal çıkar dengeleri değil, dayanışmanın ortak değerlerdir. Bireyin kendisini kim olarak hissedeceği, ahlaki değerleri ne kadar benimseyeceği ve ne kadar temsil edeceği çocukluğunda dinlediği masallar, öğretiler ve görgüyle şekillenmektedir. O halde bu alanın belirlenmesi ailelere bırakılmalıdır.
Milli karakter isteniyorsa karakter oluşumu yaşlarında çocuğun oynadığı oyuncaklar, oyunlar, spor nitelikli oyunlar;  popüler spor dallarının işgalinden kurtarılmalı, kamu imkânları milli/yerel sporlar, oyunlar ve oyuncaklar öncelenerek planlanmalıdır. Sanat ve estetik duyguların gelişim sürecinde milli oyun ve dans stratejisi olmalıdır. Tabiat boşluk kabul etmez. Ritmik, kinestetik ve görsel sanatlarda stratejik takaddüm yerellikten süzülenler lehine olmalıdır. Milli olan yerel olanın toplamından başka bir şey olamaz.
Muhakkak Allah en iyisini bilendir.
 
 


________________________________________
[1] Tüm düşünce örgüsü/paradigma
[2] Örgütlenme biçimi
[3] El Bakara193 
[4] İbn-i Haldun, Mukaddime…
[5] Kehf 29
[6] El Bakara 256
[7] Hakikat: Kişinin genetik babasının kim olduğudur. Mecazi hakikat/gerçek ise kişiye söylenendir. Yani kişinin bildiğidir. Hakikat karındaşlık, mecazi hakikat/gerçek din kardeşliğidir. “Ancak mü’minler kardeştirler… Hucurat 10”
[8] Alâk 6-7
[9] Ahzab34
[10] Kuran-ı Kerim, Araf Suresi123-124
[11] Ali İmran75
[12] Maide 104
[13] Tarık5
[14] Tekvir 8-9
[15] Kaf 6
[16] Nahl 66
[17] Kehf 19”
[18] Kehf 19
[19] Hud 118
[20] Hucurat 13
[21] Şatıbî, el Muvafakat, Megasidüş Şeria
[22] Mecelle
[23] Paul Feyerabent, Yönteme Karşı
[24] Edgar Morin, Gelecağin Eğitimi İçin Yedi Bilgi
[25] A.g.e
[26] Tevbe31

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz