GÜL DEVRİ

“GÜL DEVRİ”
Yazısını indirebilir veya okumaya devam edebilirsiniz.


GÜL DEVRİ

Mustafa ATALAR

BAŞLANGIÇ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla….

Her işte olduğu gibi, ağız açıp dinlenmeye değer sözler söylemek, kalem tutup okunmaya değer yazı yazmak isteyen herkese düşen ilk şey, sözlerine ve yazılarına her şeyde olduğu gibi güzellikte de eşsiz ve benzersiz olan bütün güzelliklerin Yaratıcısı, Yüceler Yücesi Allah’a hamd ü senâ, O’nun adı güzel kendi güzel sevgili kulu ve Peygamberi Muhammed’e de salat ü selamla başlamaktır.

Biz de öyle başlayalım!

Bütün güzelleri ve güzellikleri yaratan, bütün çirkinleri ve çirkinlikleri güzelleştirmeye muktedir olan, affına, keremine, lütfuna, ihsanına hudut bulunmayan Yüce Rabbimiz, umalım ve niyaz edelim ki; bizde de kendine has kıldığı kullarında ve insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmet olan sevgili Hazreti Muhammed ümmetinde görmeyi istediği, görmekten hoşlandığı güzellikler yaratsın! Çirkinliklerimizi güzelliklere çevirsin; bize, işimize, gücümüze, içimize, dışımıza, özümüze sözümüze, yazıp çizdiklerimize kendi sınırsız güzelliğinden güzellikler versin! Değersiz işlerimize, sözlerimize, yazılarımıza kendi hazinesinden paha biçilmez değerler katsın, bunları hepimiz için hayırlı, uğurlu, faydalı, verimli ve bereketli kılsın!

Bütün hamd ve senâlar, tahiyyât ve tayyibât, kavli (sözel), bedeni ve mali bütün ibadetler, yalnızca ve yalnızca Alemlerin Rabbi olan Allah’a layıktır ve O’na mahsustur. Rızası adedince O’na sonsuz hamd ve senalar olsun! Yalnızca O’na kulluk eder, yalnızca O’ndan yardım dileriz. O, vardır, birdir, tekdir, eşi, benzeri ve ortağı yoktur. O hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değil, herkes ve her şey O’na muhtaçtır. Her varlığı O var etmiştir, her varlık varlığını O’na borçludur.

Bizden istediği ve bize emrettiği şekilde bütün salât ve selamlar, sevgi, saygı ve bağlılıklar da hidayet rehberi, dininin önderi, âlemlere rahmet, iyilikleri, güzellikleri müjdeleyici, kötülüklerden, çirkinliklerden, kötü sonuçlardan da uyarıcı, korkutucu olarak gönderdiği, kendisini sevmeyi ve kendisi tarafından sevilmeyi ona uyma şartına bağladığı, O’na kulluk ve elçilik görevini en güzel şekilde başarmış sevgili Peygamberi’ne, onun âline, ashabına, kıyamete kadar onun izince ve yolunca gidenlere, ona uyanlara, ahlakıyla ahlaklananlara olsun!

Kendimiz olamadığımız gibi, bütün ibadet ve taatlerimiz de O’na layık olmasa da, O’nun emri bize ruhsat ve izin oldu da, elimizden geldiğince O’na kulluk adına, ibadet ve taat adına bazı ameller ve fiiller işlemeye, sözler söylemeye, böylece O’nun hoşnutluğunu ve rızasını aramaya çalışıyoruz. Bize bu büyük şerefi bahş eden Rabbimize rızasınca ve hoşnutluğunca sonsuz ve sınırsız hamd ü senâlar olsun! Bunca eksikliğimizle, kusurumuzla, varlığında, birliğinde, hükmünde, tasarrufunda, gücünde kudretinde tek ve sınırsız olan O Yüceler Yücesi Allah’ı bilmekte, tanımakta, anlamakta, takdir etmekte, O’na layık olduğunca hamd ü senâlarda, tesbih ve tenzihlerde, tekbir ve tehlillerde, kulluk, ibadet ve taatte bulunmaktaki aczimizi, kusurumuzu, isyanımızı da biliyor ve itiraf ediyoruz.

O, zaten Yüceler yücesidir. O’nun daha fazla yüceltilmeye, ululanmaya, ibadet ve taate ihtiyacı yoktur. Bizim eksikli, kusurlu, O’na yaraşıp yakışmaktan çok uzak ve yetersiz ibadetlerimizin, taatlerimizin, kulluklarımızın, hamd, tesbih, tekbir ve tehlillerimizin de O’nun yüce şanını yüceltmeye hiçbir faydası yoktur. Umudumuz ve duamız O’nun bunları, kendi lütfuyla ve keremiyle tam ve yeterli kabul etmesidir. Biz, hiçbir hatamızla, günahımızla, kusurumuzla, isyanımızla O’na hiçbir zarar veremeyiz. İsyanlarımızın, hatalarımızın, günahlarımızın bütün zararları da yalnız bizedir. Bizden çok daha iyi görüp bildiği günahlarımız, hatalarımız yüzünden bizi cezalandırmamasını, aczimize acıyıp mazeretlerimizi kabul etmesini, sonsuz ve sınırsız affı, keremi, rahmeti, mağfireti, lütfu ile bizleri de bağışlamasını, cömertliğine, ihsanına bizleri de dâhil etmesini diliyoruz. Yine O’nun sınırsız lutuf ve kereminden, dünya ve ahıretin bilip bilmediğimiz bütün iyilik ve güzelliklerine, üstünlüklerine, mutluluk ve saadetlerine erişmemizi sağlayacak tevfikini, desteğini, yardımını, korumasını, hoşnutluk ve rızasını, nusret ve yardımını bize yoldaş etmesini, bizlere hayır kapıları açmasını, bütün şer kapılarını kapamasını, bilip bilmediğimiz bütün düşmanlarımızın şerlerinden bizleri muhafaza etmesini, rızasına uygun işlere yöneltip bizleri eşsiz başarılara, zaferlere, nusretlere erdirmesini, göz açıp kapayıncaya kadar bile bizi kendi nefsimizle baş başa bırakmamasını umuyor ve niyaz ediyoruz.

O güzeller güzeli, O yüceler yücesi Rabbimiz, arada bizim O’na giden yollarımızı kesecek çekingenlik, utangaçlık kalmasın diye, bize kendi cinsimizden peygamberler seçip gönderdi. ‘Gelin!’, ‘Korkmayın!’ ‘Çekinmeyin!’, ‘Başka yollara gitmeyin!’ ‘Kendinizi ateşe atmayın!’ diye bizi kendisine, kendi yoluna, izine, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akıllardan hayallerden geçemeyecek büyük devletlere ve nimetlere çağırdı. Bizi peygamberlerin en üstününe ümmet kıldı. Artık bu kadar lütuf ve keremden, çağrı ve davetten sonra O’nun çağrısına, davetine, davetçilerine uymayanlara, O’na yönelmeyenlere ‘Veyl olsun, Vah, Yazıklar olsun!’ demekten başka ne denebilir?

Âlemlere rahmet, Peygamberlerin sonuncusu, insanların ve cinlerin peygamberi, onsekizbin âlemin Mustafa’sına Allah’ın rızası adedince salat ve selamlar olsun! O, öyle bir peygamberdir ki, ona benzer biri ne gelmiştir, ne de gelecektir! O, bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında son derece ileri gitmiş, o zamana kadar hiç kimsenin erişemediği, ondan sonra da kimsenin erişemeyeceği bir seviyeye ulaşmış, başarılamayan ve başarılamayacak kadar büyük işler başarmış büyük bir üstat ortaya çıktığında ona: “Bu iş, bu sanat, sende bitmiştir!” derler. İşte geleceği hep müjdelenmiş ve beklenmiş, kendisi için bütün mühürler kaldırılmış, bütün kapalı kapılar ve kapalılıklar açılmış olan Hazreti Muhammed (SAV) de hatemdir (Peygamberlik görevinin son mührüdür). Diğer Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitler vardı; onlar, ‘İnna Fetahnâleke’ ‘Biz sana apaçık bir fetih ve zafer yolu açtık!’ (Kur’an, 48. Sûre (Fetih), Ayet:1) eliyle açıldı. Eksiklikler, noksanlıklar onunla ve onun diniyle tamamlandı, kemale erdi. Bu iş onunla ve onda bitmiştir. O can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’dir. O’nun işaretleri, mühürleri kaldırmada ve kapıları açmada tam anlamıyla açıklık içinde açıklıktır.

PEYGAMBER VE GÜL

Onun kadrini ve kıymetini gerektiği gibi bilebilmek, onu layık olduğunca sevebilmek, anlayabilmek, tanıyabilmek herkesin kârı değildir. Bu yüzden özellikle edebiyatımızda o, remzlerle sembollerle anlatılamaya, tanıtılmaya ve övülmeye çalışılmış, şairlerimizin, ediplerimiz dilinde onun remzi ‘gül’ olmuştur. Farsça’da bütün çiçeklere gül derler. Bizim gül dediğimizin adı ise Gül-i Muhammedi (Muhammet
Çiçeği)’dir . Onu gerektiği gibi anlamak, anlatmak, tarif etmek, tanımlamak mümkün olamadığı, gülü de herkes bilip ve tanıdığı için gül, Peygamber efendimize remz olmuş, sembol olmuştur. Şairin:

Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz.

dediği gibi gülün tanıtmaya, tarifeihtiyacı olmadığı için,ediplerimiz ve şairlerimiz onu gülle tanıtma, güle benzetme kolaycılığına kaçmışlardır.

GÜL DEVRİ

Onunla başlayan devir, devirlerin en üstünü olarak kabul edilmiş, bazı şairlerimiz bu devri bir Gül Devri olarak nitelemişlerdir. Onunla başlayan kıyamete kadar sürüp gidecek olan bu Gül Devri’nde, Allah onun ve onunla gönderdiği dinin ıtırlarını, eşsiz kokularını ve güzelliklerini bütün dünyaya saçmış, nihayet bütün dünyayı onun güzel kokuları tutmuş, dünya gül kokulu bir gülistana dönmüştür. Zevk-i selim sahibi olanlar, doğruyu, hakkı güzeli görebilenler, duyabilenler, anlayabilenler bu gülistanın bülbülü olma şerefine ve mutluluğuna erebilmişler, ebedi âlemin ölümsüz gülistanında onunla bir araya gelebilmenin aşkını, şevkini, özlemini terennüm edip durmuşlardır.

Şairlerimizce asırlardan beri onun canı gül, teni gül, teri gül, aslı gül, nesli gül diye tarif edilmiş, kızıl gülün o güzel rengini onu görüp utanmanın mahcubiyetinden ve humarından aldığı, en güzel kokan güllerin onun teri damlamış gül goncasından aşılandığı söylenmiştir. Bu benzetmelerin, karşılaştırmaların, yakıştırmaların onu yücelttiğini sanmak çok büyük yanılgı olur. Çünkü o, o kadar yüce, üstün ve şereflidir ki güle benzetilmek onun üstünlüğüne ve güzelliğine hiç bir şey katmaz. Bu övgülerle yüceltilen aslında o değil, güldür.

Teşbihlerde, benzetmelerde genellikle benzeyenin benzetilenden daha üstün olması gerekir. Hâlbuki üstünlük gülde değil, ondadır. O nebiler nebisinin üstünlüğü hiçbir yaratılmışın üstünlüğüyle kıyaslanamaz, dolayısıyla onunla ilgili her benzetme eksik bir benzetmedir. Peygamberin kendisine benzetilmesi, gülü bile öyle utandırmış ki, humarından, utancından kızardıkça kızarmış, o meşhur güzelliğini de bundan almıştır. Gül, o güzeller güzeline benzetilmekten öyle memnundur ki, dünyanın bütün çiçeklerine karşı bu benzetmeyle iftihar eder. Bununla kendisini bütün dünya çiçeklerinin en üstünü, en şereflisi, efendisi, şahı, sultanı görür. Bunda da yerden göğe kadar haklıdır.

Bu benzerlik yüzünden asırlar boyunca eller nakış nakış, desen desen gül dokumuş, kağıtlar renk renk, deste deste gül okumuş, bülbüller onun aşkından mecnuna dönüp en güzel şarkılarını güllere okumuş, onun renginin şulesine kendini kaptıran sayısız aşıklar pervaneler gibi gözlerini kırpmadan kendilerini onun aşkının ateşine atmış, o gülün her değdiği yer ıtır ıtır gül kokmuştur.

Bu konu bitmeyecek kadar uzun, bu kaynak tükenmeyecek kadar gür ve coşkundur. Aşıklar Sultanı Mevlana o Gül’ü kastederek: “Eğer ben şimdi burada Gül’ün (Hazreti Muhammed’in) vasıflarını şerh etmeye kalkacak olsam ve bunu hiç susmadan devamlı anlatsam, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez.” sözleriyle onu sözle veya yazıyla anlatmanın ve vasfetmenin ne kadar zor, hatta imkansız olduğunu pek güzel ifade etmiştir.

En iyisi belki bizim de haddimizi bilip, sözü kısa kesmek olacaktır ama ondan söz etmenin, onu anmanın şerefinden mahrum kalmamak da bir zorunluluktur. Nitekim onun Saadet Asrından beri, peygamber aşıkları, gönül ehli, nice aşk ehli edipler ve şairler, o Gül’ü ciltler ve kütüphaneler dolduracak kadar çok manzum ve mensur eserlerle, na’tlarla, şiirlerle, hadsiz, hesapsız güzellemelerle anlatmaktan geri kalmamışlar, hatta o Gül hakkında şiiri olmayan şairi şairden bile saymamışlardır. Ümmi Sinan (Ölümü 1568) O’nun Gül Devrini şöyle anlatıyor:

Seyrimde bir şehre vardım 
Gördüm sarayı güldür gül

Sultanının tâcı tahtı
Bağı duvarı güldür gül

Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gül ile gülü tartarlar
Çarşı pazarı güldür gül

  
Toprağı güldür, taşı gül
Kurusu güldür, yaşı gül
Has bahçenin içinde
Servi çınarı güldür gül

  
Gülden değirmeni döner
Onun ile gül öğünür
Akar suyu döner çarkı
Bendi pınarı güldür gül
 
Al gül ile kırmızı gül
Çift yetişmiş bin bahçede
Bakışırlar hâre karşı
Hârı ezhârı güldür gül
 
Ümmi Sinan gel vasfeyle
Gül ile bülbül derdini
Yine bu garip bülbülün
Ah u figanı güldür gül

       Şairlerin şairliklerinin ispatı için beşeriyetin en hayırlısı, en şereflisi, evrenin o en güzel gülü olan o sevgililer sevgilisi peygamberi anlatmak, ona karşı olan sevgilerini, saygılarını ve bağlılıklarını ifade etmek için yazdıkları şiirleri, na’tları, mevlidleri en önemli ölçülerden biri olarak kabul edilmiştir. En büyük şairler, yazarlar, o Gül’ü vasfeden, o Gül’ün sevgisini gönüllere eken, gönüllerde çoğaltan ve yaygınlaştıran sözleri, kelimeleri, cümleleri, ifadeleri ile eserlerini güzelleştirmeye, dillerini ve gönüllerini coşturmaya, yollarını aydınlatmaya çalışmışlardır. O Gül’ü anmanın, anlatmanın ve sevmenin onları ve sanatlarını nasıl olgunlaştırdığını, olduklarından nasıl kat kat daha fazla ve değerli hale getirdiğini hayretle fark etmişlerdir.

Bütün Gül demleri ve Gül devri boyunca gönüller hep onu özlemişler, gözler her çevrildikleri yerde o Gül’den bir iz aramışlar, o Gül’ü sevenler, aşkı ve sevgiyi o Gül’den öğrenmişler, en büyük şairler ve en güzel şiirler ilhamını o Gül’den almışlardır. O Gül’ün sevgisini kalbine ekip gönüllerini gülistana döndürenler, iki cihanda da güller gibi gülmeyi hak etmişler, niceleri o Gül uğruna malını, mülkünü, varını yoğunu feda etmeyi canına minnet bilmiş, hiçbir şeyi olmayanlar da ‘Malım yok, canım kurban!’ diyerek en aziz varlıkları olan canlarını feda için hiç tereddütsüz ileri fırlamışlardır.

GÜL DÜŞMANLARI

Onun Gül devrinde yaşayıp da onu bilememekten, tanıyamamaktan, anlayamamaktan, sevememekten, onun hayat veren davetine ve çağrılarına uymamaktan daha büyük mahrumiyet, felaket, acı ve ızdırap olabilir mi? Ama gelin görün ki, insanlar, türlü türlüdür. İnsanların içinde çiçekten, gülden, güzelden ve güzellikten hoşlanmayanlar olduğu gibi iyiden, doğrudan, haktan, hakikatten hoşlanmayanlar, hatta düşman olanlar da vardır. Külhanda, pislikte, gübrelikte doğup büyümüş, ömrü boyunca hiç temizlik nedir görmemiş, bilmemiş, her gün sırtıyla küfe küfe pislik taşımış bir kişinin elbette güzel kokulardan ve misk kokusundan hoşlanması beklenemez. Güzel kokular böyle fıtratı bozulmuş kimselere zevk ve mutluluk vermediği gibi, onları incitir, eza ve cefa verir, hatta hasta eder.

Zaten asırlar boyunca insanları Hakk’a, hakikata, iyiye, güzele, doğruya çağıran kurtuluş yolunun önderleri ve rehberleri olan Peygamberlerin, iyi niyetli öğütçülerin çabaları da, ta öncelerden beri küfür, inkâr, dalalet ortamı içerisinde doğup büyümüş, yetişmiş, gelişmiş, her bakımdan küfür ve dalalet pisliklerine bulanmış kişilere fayda vermemiştir. Bunlar, temizle, güzelle, güzellikle, güzel kokularla hiç uzlaşıp barışamamışlardır. Yüce Allah: ‘Müşrikler necistir, pistir (Tevbe Suresi, Ayet:28)’ ayetiyle müşrikleri inkârcıları, sapıkları da pis, necis ve murdar olarak nitelemiştir. Müminlerle müşriklerin asla uzlaşamayacakları gerçeğini de: Pis, murdar, kötü kadınlar, kötü erkekler içindir; pis, murdar, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir, onlara uygundur, onlara yaraşır, onlarla uzlaşır barışırlar. Aynı şekilde temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır, onlara layıktır. O temizler (bu iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar. Bunlar (bu temizler) için (Rablerinden) bağışlanma ve güzel rızıklar vardır (Nur Suresi, Ayet: 26)’ ayetiyle çok güzel açıklamıştır.

Rahmeti ve merhameti sonsuz olan Allah, insanların küfür, inkar, sapıklık, dalalet bataklıklarında kalmalarına razı olmaz. Bu yüzdendir ki, bu zavallılar, küfür ve dalalet bataklıklarında kalıp helak olmasınlar, onların önlerine de ebedi mutluluk ve saadet kapıları açılsın diye, onları içine düştükleri pisliklerden arındırsınlar, güzel öğütlerle, nasihatlerle Allah’a, hakka, hakikate, iyiye, güzele, doğruya çağırsınlar diye onlara kendi içlerinden tertemiz peygamberler göndermiştir. Fakat insanlardan pek azı bu davetleri ve davetçileri kabul etmiş, bu çağrılar çoğu insanların azgınlığını, sapıklığını, necisliğini, murdarlığını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Pisliklere karışıp bulanmış, pislikle bir olmuş birisi artık nasıl güzel şeylerden, güzelliklerden ve güzel kokulardan hoşlanmaz hale gelir, hatta hasta ve rahatsız olursa, küfrün ve şirkin kötü ve pis kokularına alışmış müşriklere, inkârcılara da o tertemiz peygamberlerin öğütleri ve nasihatleri fayda vermemiştir. Bunlarla peygamberleri arasındaki ilişki, pislikler içinde yetişmiş, pislikle bir olmuş birisinin, güzel kokulardan rahatsızlanıp hasta olması üzerine, kendisini tedavi etmek için misk, amber, gül suyu gibi güzel kokulardan ilaç yapıp vermeye çalışan doktorla hasta ilişkisine benzemiştir.

Bu gibilerin vahyin güzel kokusunu duydukça nasıl daha fazla eğrildikleri, azıtıp, sapıttıkları, hasta oldukları, kendilerini kaybedip, bu güzellikleri kendilerine tebliğ edenlere: ‘Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık! Eğer bu sözleri kesmez, devam ederseniz, sizi taşlar, memleketimizden çıkarırız. Size her türlü kötülüğü yaparız! (Yasin Suresi, Ayet:18)’ gibi tehditler savurdukları, bağırıp çağırdıkları Kur’an’da bize örnekleriyle açıklanmaktadır. Bunlar, peygamberlerine: ‘Sizin öğütleriniz bize eziyet veriyor, bizi hasta ediyor. Siz verdiğiniz ilaçla bizim hastalığımızı, dertlerimizi yüzlerce kat artırıyorsunuz.’diyorlardı. Çünkü onların gıdası, yalanlardan, boş lâflardan, asılsız oyun ve eğlencelerden, olmayacak şeylerden ibaretti. Mayaları bunlarla karılmış, bunlarla semirip gelişmişlerdi. Güzel öğütler, nasihatler onların asabını bozuyor, onları çılgına çeviriyordu. Onların Allah’ın nur serpintisinden, hidayetinden nasipleri yoktu. Onlar özsüz kabuklar gibi gönülden, ruhtan mahrum, tamamen bedenden ibarettiler. Sırf bedenleri için yaşıyorlar, sadece onu semirtmeye uğraşıyorlardı.

Nice dermanlar vardır ki, derdi artırır.

Nice devletler vardır ki, yüzü sarartır.

Allah korkusu odur ki, ondan sana gayret gelir.

Korku o değildir ki, gayret ve hararetini soğutur.

Öte yandan, kimin Allah’ın nur serpintisinden ve hidayetinden nasibi varsa, onun nerede büyüyüp yetiştiğinin, meydana geldiğinin de bir önemi yoktur. Hatta böyleleri pislikte oradan çıkmış, pisliklerin içine gömülmüş, orada var olmuş olsalar bile yine kurtulup, temizlenebilir, yücelebilirler. Nitekim bazı sıcak iklimli yerlerde, yumurtaları kuluçkaya yatmış tavukların altına koymak yerine, hayvan gübresi içine gömerlermiş. Zamanı gelince, pislik içinde gömülü olan o yumurtalardan tertemiz civcivler çıkarmış.

TEMİZLİK KAÇKINLARI

Bütün peygamberler ve Allah dostları gibi Hazreti Muhammed’in canı da berrak ve tertemiz bir su gibi hem tertemizdi, hem de insanları manevi kirlerden, pisliklerden yıkayıcı, arıtıcı, temizleyici, tertemiz kılıcı özelliklere sahipti. Yüceler yücesi Allah, ona çok büyük ve eşsiz bir temizlik, temizleyicilik, yıkayıp arıtıcılık bağışlamıştı. Onu yeryüzündeki hainliklerin, kötülüklerin, pislerin kirlerinden ve kirleticiliklerinden de korumuştu. O zamana kadar Haktan hakikatten, hidayetten, Allah’tan iyice uzaklaşmış olan insanlara Allah’ın doğru yolunu ve manevi kirlerden arınmanın yollarını ancak o gösterebilir, onları ancak o iyice yıkayabilir, arıtabilir, temizleyebilir, tertemiz edebilirdi. Ama insanların büyük çoğunluğu değişik sebeplerden dolayı, özellikle de onun peygamberlik görevine başladığı ilk dönemlerde, o temizlik denizi Mustafa’ya yaklaşmak, ona inanmak, itaat etmek, getirdiği gerçekleri kabul etmek, onun vasıtasıyla yunmak, yıkanmak, arınmak, temizlenmek istemiyorlardı. Kimisi iyiden iyiye pisliğe bulaştığı, tam anlamıyla pislik kesildiği için, kimisi ondan, onun temizliğinden utandığı için, kimisi ona haset edip kıskançlık duyduğu için, kimisi de daha başka sebeplerden dolayı ona kin biliyor, düşmanlık ediyorlardı.

Derler ki, çok pis bir adam günün birinde tertemiz bir suyun yanına varmış. Su adamın haline bakmış da ona çok acımış ve şöyle demiş:
– Yazık sana! Gel seni arıtıp, temizleyeyim! Böyle pis kalma!

Fakat o pis adam:

– Gelemem! Ben bu pisliğimle, tertemiz sudan utanırım! Diye cevap vermiş.  Bunun üzerine su adama:

– İyi ama, eğer sen benden, benim temizliğimden utanırsan, bu utancın sana fayda değil zarar verir. Bu utanç, seni benden daha da uzaklaştırırsa; sen başka türlü nasıl temizlenebilirsin? Sana arız olmuş bu pisliği benden başka senden kim ve nasıl temizleyebilir? demiş.

Bazıları işte böyle utancından o temiz ve temizleyici Peygambere yaklaşmak istemiyor, ama o yine de gece demeden, gündüz demeden, küsmeden, gücenmeden, yılmadan, bıkıp, usanmadan onlardaki bu yersiz, gereksiz, zararlı utangaçlığı, çekingenliği gidermeye uğraşıyordu.

EBU BEKİR VE EBU CEHİL’İN PEYGAMBER’E BAKIŞI

Ebu Cehil gibi küfrün bazı elebaşları da sırf haset ve kıskançlıklarından dolayı o Gül yüzlü, tatlı sözlü Peygambere düşman olmuşlardı. Şeytan da Adem’den daha aşağı sayılmaktan utanıp arlanmış, bunu bir ayıp telakki etmiş, bu yüzden Adem’e haset etmişti. Şeytan hasediyle yücelmek istemişti ama bu haset onu yüceltmek bir tarafa hepten felaketlere, kanlara, çamurlara, pisliklere bulayıp batırmış, daha binlerce kötülüğe düşürmüştü.

Ebu Cehil de hasedinden, kıskançlığından Hazreti Muhammed’e uymaya utandı. Kendisini ondan daha yüce, daha ulu göstermeye, ondan daha yüksek olmaya çalıştı. Ama sonunda ne oldu? Onun adı önceden Ebülhakem (bilgi ve hikmetin babası) iken, Ebûcehil (bilgisizliğin, cehaletin babası) oldu. Nice ehliyetli, liyakatli kişiler vardır ki haset yüzünden ehliyetsiz, liyakatsiz olup çıkmışlardır.

Peygamber Efendimiz bir gün bir mecliste otururlarken, oraya İslâm düşmanı Ebû Cehil geldi. Hiçbir şey söylemeden Hazreti Peygamberin yüzüne bir müddet dikkatlice baktı. Sonra şöyle dedi:
– Şu Haşimoğullarından ne çirkin bir adam çıkmış! Ey Muhammed! Sen ne çirkin, ne itici, ne kötü, ne acayip bir adamsın! Ben hayatımda senden çirkin birini görmedim!

Peygamber Efendimiz bu çirkin sözlere ve yakıştırmalara hiç kızmadı, öfkelenmedi, olumsuz tepki göstermedi. Hatta son derece sakin bir ifadeyle ona şu cevabı verdi:

  • Ey Ebû Cehil! Bu sözlerinle haddini, hududunu çok aştın ama bununla

beraber kendince doğru da söyledin!

Bunu duyanlar bu sözlere pek bir anlam veremediler. Fakat çok geçmeden aynı meclise Hazreti Ebûbekir geldi. O da bir müddet Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin mübarek yüzlerine baktıktan sonra:

  • Ey Allah’ın Rasûlü! Anam, babam, canım, her şeyim sana feda

olsun! Sen ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne tatlı sözlü, güzel yüzlü, güzel görünüşlü bir insansın! Ben hayatımda senden güzel birini görmedim. Senin güzelliğin doğusu batısı olmayan parlak bir güneş gibi, bütün dünyayı aydınlatıyor!’ dedi. Hazreti Peygamber ona da:

  • Aziz dostum, doğru söyledin! dedi.

Bu sözler orada bulunanların hayret ve şaşkınlıklarını bir kat daha artırdı. Zira Peygamber Efendimiz birbirine taban tabana zıt olan iki söze de aynı şekilde mukabele etmiş, her ikisine de hak vermişti. Merakla sordular:

  • Sana iki kişi geldi. Her ikisi de birbirine tamamen zıt şeyler söyledi.

Birisi ‘Çok çirkinsin!’ dedi sen onu tasdik ettin, diğeri ‘Çok güzelsin!’ dedi onu da tasdik ettin. Tutup her ikisine de ‘Doğru söyledin!’ diye karşılık verdin. Böyle bir şey olabilir?

Hazreti Peygamber onlara şu cevabı verdi:

  • Ben Allah’ın cilalanmış, berrak bir aynasıyım. Bana bakan

herkes bende kendi yansımasını görür. Kendisi nasılsa beni de öyle görür! Ebû Cehil bana baktı, kendi çirkinliğini gördü, “Çirkinsin!” dedi. Ebû Bekir ise, bende kendi güzelliğini gördü, kendi yüzündeki Nur-i ilâhiyi seyretti: “Ne güzelsin!” dedi. Her ikisi de kendi samimi görüşlerini ve iç durumlarını ifade ettikleri için ben de bunu tasdik ettim.

BÜYÜK ÇİLELER VE SEBEPLERİ

Daha önceki peygamberler ve ümmetler gibi, Hazreti Peygamber ve ashabı da başlangıçta inançlarını yaşama, insanları gerçeğe çağırma yolunda çok büyük acılar, ıstıraplar çektiler, işkenceler gördüler. İslam ve Müslüman düşmanları, Müslümanlara cevr ettiklerini, kötülük ettiklerini sanıyorlardı. Onların amaçları da niyetleri de yaptıkları gibi kötüydü. Ama aslında onların yaptıkları kötülükler, Müminlerin derecelerinin yükselmesine, imanlarının kuvvetlenmesine, gönül aynalarının silinip, temizlenmesine, cilalanmasına, böylelikle hakkı, hakikati, iyiyi, doğruyu güzeli daha iyi görüp anlamalarına, İslam’ın gittikçe daha fazla güçlenmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramıyordu.

Mekke döneminde kâfirler, inkârcılar, müşrikler, Peygamberimize ve ona inanan ashabına çok ağır baskılar, zulümler, haksızlıklar yaptılar, dayanılmaz işkenceler uyguladılar. Onlarla alay ettiler, hakaretler ettiler, dövdüler, sövdüler, muhasara edip, aç susuz bıraktılar, bazılarını işkenceler altında öldürdüler. Bununla da yetinmediler, onları yurtlarından sürdüler, gittikleri yerlerde de rahat bırakmayarak öldürmek ve yok etmek istediler. On üç yıl boyunca sürüp giden bu baskı, zulüm ve şiddet uygulamaları artık dayanılmaz hale gelmişti. Hatta ashaptan bazıları Allah’ın davetini kabul edip peygamberine uymalarına, hak yol bilip inandıkları bu yolda başlarına bu kadar büyük sıkıntılar, zulüm ve işkenceler gelmesine, müşrikler karşısında Allah’ın kendilerini bu kadar kimsiz, kimsesiz, yardımsız ve çaresiz bırakmasına bir anlam veremiyorlar, üzüntülerini gelip Hazreti Peygamber’e (SAV) de arz ediyorlardı. Hazreti Peygamber onları şöyle teselli ediyordu: ‘Sabrediniz! Allah bir gün bu dini mutlaka ortaya çıkaracak, bu dini ve bu dine inananları bütün dinlere üstün getirecektir. Şimdilik size yapılan her türlü baskılara, zulümlere ve işkencelere sabretmeniz gerekiyor. Bu hem sizin hem de ileride bunlardan da iman edecek olanların imanlarının sağlam ve sahih olabilmesi için gereklidir. Çünkü eğer siz bu sıkıntıları ve acıları hiç çekmeden kolayca bunlara üstün gelecek olursanız, bu sefer de bunlar ileride: ‘Ne yapalım, bunlar bize güçle, kuvvetle üstün geldiler, galebe çaldılar da bizi zorla eski dinimizden döndürdüler, kendi dinlerini zorla kabul ettirdiler’ diyebilirler.’

Onüç yıl boyunca Müslümanlar, Mekke’de türlü zulümlere, işkencelere uğratıldılar. Artık dinlerini yaşayabilme, varlıklarını sürdürebilme imkânı tamamen ortadan kalkınca Allah’ın emriyle Müslümanlar dinleri için öz vatanlarını terk etmek zorunda kaldılar. Ashabın büyük bir bölümü Mekke’yi terk edip, Medine’ye hicret etmek zorunda kalınca, Yüce Allah, Peygamberine de Medine’ye hicret emrini verdi. İsrâ Sûresi’nin 8. ayetinde Allah ona şöyle buyurdu:

“De ki: Ey Rabbim! Beni (gireceğim yere) sıdk (ve selâmet) girişiyle girdir! (Çıkacağım yerden de) sıdk (ve selâmet) çıkışıyla çıkar! Bana kendi katından hakkıyla yardım edici bir hüccet (ve kudret) de ver´ de!” [166]

Dinleri için vatanlarını terk etmek, bütün sahabeye zor geldiği gibi Hazreti Peygamber’e de çok zor gelmişti. Hazreti Peygamber, Mekke’yi terk ederken Hazvere çarşısında durmuş, Mekke’ye ve Kabe’ye bir kez daha dönüp bakarak şöyle demişti:

“Vallahi, biliyorum ki, sen, hiç şüphesiz, Allah’ın yeryüzünde yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah’a en sevgili olanısın! Bence de yeryüzünde senden daha güzel ve bana daha sevimli ve sevgili gelen bir belde yoktur! Eğer senin halkın beni senden çıkarmamış olsalardı, ben senden çıkmazdım! Senden başka bir yerde oturmazdım!” sözleriyle duygularını ifade etmiş; sonra da Rabbine: “Ey Allahım! Sen, beni beldelerin bana en sevgili olanına götür! Beni, beldelerin Sana sevgili olanında yerleştir!” şeklinde dua etti. (Kastalânî, Mevâhib, c. 1, s. 80, Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c. 1, s. 328, Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 305, Dârımi, Sünen, c. 2, s. 156, Tirmizî, c. 5, s. 304, c. 5, s. 722-723, Beyhakî, Delâilü´n-Nübüvve, c. 2, s. 51 8, Alâüddin Ali, Kenzu´l-ummâl, c. 1 2, s. 259, Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 149, Vâhidi, Esbâbü´n-Nüzûl, s. 197, Kurtubi, Tefsîr, c. 10, s. 313, Hâzin, Tefsîr, c. 3, s. 177.


Hz. Ebu Bekir de Peygamberimiz’le beraber Mekke’den çıkarken üzüntülerini: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! Onlar Resûlullah’ı çıkardılar! Hiç şüphesiz, kendileri de helak olacaklar!” sözleriyle dile getirmişti (M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 2/350-351).

Fakat müşrikler o zamana kadar yaptıklarıyla da yetinmediler. Bu sefer de Müslümanları Medine’den de sürüp çıkarmak, onları tamamen yok etmek için üzerlerine ordu ve asker sürmek için hazırlıklara giriştiler. Hazreti Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinin üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki; Müslümanlar, Bedir’de kendilerinden kat kat fazla tam teçhizatlı büyük bir küfür ordusunun karşısında varlık yokluk mücadelesi vermek zorunda kaldılar.

GÜL’ÜN GÜLÜŞÜ

Gül yüzlü Peygamber (SAV) ve beraberindeki bir avuç Müslüman, Bedir’de, onları yok etmek için Mekke’den çıkıp gelen, kendilerinden kat kat kalabalık ve güçlü müşrik ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edebilmişler, üstelik çetin bir savaştan sonra Allah’ın yardım ve nusretiyle düşmanlarını ağır bir yenilgiye de uğratmışlar, onların bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını da esir alarak ellerine ayaklarına zincirler vurmuşlardı.

Müşrik esirler nasıl olup da yenildiklerine bir türlü akıl sır erdiremiyorlardı. Bir yandan bunun kötü bir rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar, bağların zincirlerin acısıyla bunun rüya değil gerçeğin ta kendisi olduğunu gördükçe acizlik, çaresizlik ve düşkünlük içinde ağlayıp sızlamaktan, feryat ve figan etmekten başka çare bulamıyorlardı. Hayatta kaldıklarına sevinemiyorlar, bundan sonra en ağır işkencelerden geçirilerek, öldürülmekten başka bir şey de bekleyemiyorlar, ümitsizlik ve çaresizlik içinde kıvranıyorlardı. Çünkü eğer onlar üstün gelseler ve Müslümanlar da bu şekilde onların eline esir düşmüş olsalardı, onlara hiç acımayacaklar, o zamanın adetlerine göre onlara her kötülüğü ve işkenceyi yapacaklardı.

Esirler bağlı bir şekilde sürülüp götürülürken, Hazreti Peygamber de zaman zaman bunları uzaktan gizlice izliyor, hal ve hareketlerini inceliyordu. Her biri, ona olan düşmanlığından ve öfkesinden dişlerini gıcırdatıyor, dudaklarını kemiriyordu. Ama bunca kızgınlıklarına rağmen, ağızlarını açıp bir şey söylemeye mecalleri yoktu. Yenilginin ağır utancı ve kahrı altında ezim ezim eziliyorlardı.

Peygamberi inkârları ve ona karşı düşmanlıkları devam eden esirler, başlarına gelen bu beklenmedik felakete bir türlü anlam veremiyorlardı. Bu inkâr, düşmanlık ve şaşkınlık havası içinde, etraflarını saran muhafızlara ne konuştuklarını duyurmamaya çalışarak, kendi aralarında olup bitenlerle ilgili olarak konuşuyorlar, yorumlar yapıyorlardı.

-Yahu, bu başımıza gelenler nasıl bir felakettir Allah aşkına?! Biz, bin kişilik, dev gibi güçlü bir orduyduk. Bunlar ise topu topu üç yüz kişiydi. Üstelik, Arapların savaşı ve savaşmayı en iyi bilen en ünlü cengaverleri, en kahraman yiğitleri, en güçlü kuvvetli pehlivanları da bizim aramızdaydı. Hepimiz, baştan ayağa zırhlarla, en etkili silahlarla, en iyi atlarla, develerle, teçhizatla donanmıştık. Karşımızdakiler ise, bize denk olmak ne kelime, hiç bir bakımdan bizimle kıyaslanamazlardı bile. Adamların ellerinde doğru dürüst kılıç, mızrak bile yoktu. Bizim gibi tam teçhizatlı, namı, şöhreti cihanı tutmuş eşsiz kahramanlar, nasıl olur da böyle sayıca kendilerinin üçte birinden bile az, çelimsiz, zayıf, yarı çıplak, yarı canlı, yarı ölülerin önünde darmadağın olur, zelil, perişan, rezil bir hale düşer? Nasıl oldu da biz bu baldırı çıplaklara, bu zavallı başıbozuklara yenildik? Bunun cevabını bir bilen varsa ne olur bana da söylesin!? Ben bu işin içinden bir türlü çıkamıyorum.

-Haklısın dostum, ben de öyle! Hâlbuki biz, bu adamların köklerini kazıyıp, onları tamamen yok etmek için gereken bütün tedbirleri almış, her çareye başvurmuştuk. Ama bunlar hiç bir işe yaramadı. Acaba yıldızımız mı düşük, yoksa bizi bu hale düşüren uygunsuz bir hareketimiz mi oldu? Sakın bunların peygamber olduğuna inandıkları şu adam, bize sihir veya büyü yapmış olmasın? Evet, evet, bence öyle oldu! Bu adam bize sihir ve büyü yaptı!

-İyi ama, bizim de büyücülerimiz ve sihirbazlarımız vardı. Biz de ona büyüler, sihirler yaptırmıştık. Madem öyle, bizimkiler niye ona tesir etmedi? Nasıl oldu da, bu adamın bahtı bizim bahtımızı, tahtı bizim tahtımızı alaşağı etti.

-Bununla savaşmak üzere Mekke’den çıkmadan önce, Kabe’ye gidip, putlara ve Tanrı’ya kurbanlar kesmedik mi? Ayrıca, ‘Ya Rabbi! Biz veya Muhammet, hangimiz haklıysak ve doğruysak, Sen onu kazandır, ona yardım et! Eğer Muhammed’in dini haksa onu üstün kıl, değilse onu bize zebun et!’ diye dualar etmedik mi? Şimdi Allah’ın yardımına o mazhar olduğuna ve o bize üstün geldiğine göre, dilim varmıyor ama acaba bu onun doğruluğunun bir göstergesi olabilir mi? Ne dersiniz? Yoksa bizim bu yenilgimiz, duamıza bir cevap mıydı?

– Yok canım, hiç alakası yok! Bu yersiz, uğursuz düşünceleri hemen aklından çıkar! Bizim işimiz ters gitti, mağlup olduk, yenildik, hepsi bu kadar! Mesele bu kadar basit! Hem bir kere yenildik, bugün bunlar bize galip geldiler diye dünyanın sonu gelmedi ya! Bu bir savaştır, bugün biri üstün gelir, yarın öbürü!

– On üç yıl boyunca bizim onlara Mekke’de ne işkenceler, ne hakaretler, ne eziyetler ettiğimizi, neler yaptığımızı hatırlamıyor musunuz? Kaç tanesini işkence ederek öldürdük. Kaç tanesini döve döve pestil ettik. Birçoğu elimizden kurtulmak için kaç defa Habeşistan’a, en sonunda da hepsi şu Yesrib’e göçtüler, kervan yolumuza yerleştiler. Ah keşke zamanında bunlar elimizdeyken, hepsini öldürseydik de bu beladan temelli kurtulmuş olsaydık!

– İşin bu kadar büyüyeceğini, bu hale gelebileceğini kim bilebilirdi ki? Geç uyandık ama iş işten geçmiş oldu.

– Üstüne üstlük bir de bu savaşta yenilmemiz çok kötü oldu. Bir daha Arapların yüzüne nasıl bakar, bu yenilgiyi kime, nasıl açıklarız? Üstelik ileri gelenlerimizden çoğunu bu savaşta kaybettik. Ölüleri saydılar, bizden yetmiş kişi ölmüş. Aralarında şefimiz, başkomutanımız da var. Onlar Ebû Cehil diyorlar. Ebül Hakem’in öldürüldüğüne nasıl sevindiklerini, gördünüz mü?

-Sevinmezler mi, tabi sevinirler! En büyük düşmanlarından kurtulmuş oldular. Peki, reisimizi kim öldürmüş, nasıl öldürmüş gören, bilen var mı?

-Ben gördüm. İnanmayacaksınız ama reisimizi Abdullah ibn-i Mesud öldürdü.

-Hadi canım sen de! Şu Muhammedin Kargası adını taktığımız, ufak tefek, incecik, zayıf, çelimsiz, Mekke’de iken hiç adam yerine koymadığımız, alay edip dalga geçtiğimiz, dövmekten bıkıp yorulduğumuz, ama kendisi dayak yemekten usanmayan, ikide bir de yanımıza gelip bize peygambere indiğini söyledikleri kitaptan bölümler okumaya kalkan, yeni dini anlatmaya uğraşan, kaç kere artık dayaktan ölmüştür diye bırakıp gittiğimiz, sonra perişan bir halde yine bir yerlerden karşımıza çıkan İbni Mes’ut mu? Yok, yok, öyle bir şey asla doğru olamaz! Herhalde ya sen yanlış gördün veya mahsustan böyle söylüyorsun!

-Keşke yanlış görmüş olsaydım! İlk başta, ben de gözlerime inanamadım. Tekrar tekrar gözlerimi ovuşturarak baktım ama maalesef büyük şefimizi öldüren, o bildiğimiz İbn-i Mesut’un ta kendisiydi! Bizim Muhammed’in Kargası diye lakap taktığımız İbn-i Mesut! İşte bakın, görüyor musunuz, şurada, az ileride arkadaşlarının arasındaki İbn-i Mesut! Ya, herkesin saygı duyup korktuğu koca şefimizi, bu zayıf, çelimsiz, ufak tefek, zavallı adam vurdu öldürdü. Yemin ederim, gözlerimle gördüm!

-Deme yahu? Bu hem reisimiz, hem de bizim için en az bu yenilgi kadar büyük bir utanç? Peki ama bu iş nasıl oldu? Öyle güçlü kuvvetli, koskoca bir komutanın hakkından, bu çelimsiz ufak tefek adam, nasıl gelebilir?

-Ne bileyim, gelmiş işte! Ben gördüğümde, reisimiz sırt üstü yere yıkılmış, bu adam da onun göğsüne çıkmış oturmuş, ona imana gelmesini teklif ediyordu? Ebül Hakem, şaşkınlık ve acılar içinde yattığı yerden ona alaylı bir şekilde: ‘Ey Muhammed’in kargası! Bakıyorum çok yüksek bir yere çıkmışsın? Başın dönüp düşmeyesin! Ben senin teklifini asla kabul etmem! Ama dilersen, benim sana çok kârlı bir teklifim var. Beni ölmek değil, senin gibi zavallı ve aciz birisi tarafından öldürülmek üzüyor. Bu benim için de, yakınlarım için de büyük bir ar ve utanç vesilesi olur. Ne olur, gel beni sen öldürme de bana denk ileri gelen güçlü savaşçılarınızdan biri öldürsün! Eğer bu önerimi yerine getirirsen, ben de seni paraya pula, mala mülke boğarım!’ dedi. Öteki, bu karlı teklifi kabul etmedi. ‘Son nefesinde bile hala, büyüklük taslıyor, imana gelmiyorsun demek!’ deyip elindeki kılıçla şefimizin o iri kafasını keserek, koca gövdesinden ayırdı.

-Allah, Allah, demek öyle oldu? Bu gerçekten de inanılması güç ve utanç verici bir olay! Adamların en zayıfı bile bizim en güçlümüzün hakkından gelebiliyor, bu nasıl iş?

Esirler, kendi aralarında konuşurlarken, bir yandan da bakışlarını açık veya gizli bir şekilde kendilerini esir eden Müslümanların üzerinde gezdiriyorlar, onların özellikle kendilerine garip gelen hal ve hareketleri hakkında değişik yorumlar yapıyorlar, bazı konulardaki şaşkınlıklarını daha fazla içlerinde gizleyemiyor, açığa vuruyorlardı.

-Yahu, bunlar bir zamanlar bizim kahrımız ve tahakkümümüz altında değiller miydi? O zaman bunlara neler etmiş, ne acılar, ne ıstıraplar çektirmiştik. Şimdi onlar bize üstün geldiler. Bizi esir alıp ellerimizi kollarımızı bağladılar. Ama görüyor musunuz, bizden o eski günlerin intikamını almak için hiç de acele etmiyorlar. Biz olsak böyle sakin olabilir miydik? Adamlar sanki bunca olan biteni unutmuş gibi davranıyorlar.

-Biz bunların ezilmiş ve yenik zamanlarını çok gördük, şimdi de üstün ve galip geldikleri zamanı görüyoruz. Bunların mağlup olmaları bile sanki bir başka türlü! Ne bileyim, bizimki gibi çirkince ve alçakça değil! Bunların iyi baht ve talihleri, sanki bozgunlarında, yenilgilerinde bile, onlara el altından yüzlerce sevinç ve neşe veriyor. Bunların mağlubiyetlerinde, bizimki gibi gam, üzüntü, keder, hayal kırıklığı, ümitsizlik yoktu. Mağlupken, hiç de mağluba benzemiyorlardı. Bunların yenilgilerinde, alt oluşlarında bile bir güzellik vardı. Hani misk ve amber şişesini kırarsın da dünyayı güzel kokular kaplar ya, işte öyle bir şey! Başkalarının yenilgisi ise, hani eşek tezeğini kırarsın da ortalığı pis bir koku alır ya, ona benziyor.

-Şunlara bakın! Gam ve keder içinde bile Allah’a meftun ve aşıklar. Gam dikenlerini, diken düşkünü develer gibi nasıl da iştahla otluyorlar. Zehri, nasıl da şeker gibi yiyorlar. Bunlar uğradıkları gamı, kederi, üzüntüyü, bela ve musibeti hiç dert etmiyorlar. Halbuki biz olsak bir an önce kurtulalım diye telâşelenir, her şeyi yapar, her çareye başvururuz.

-Herhalde bunlar, bu horluğu, rütbelere, mevkilere erişmek gibi sayıyorlar da, o yüzden kurtulmaya niyetleri yokmuş gibi davranıyorlardı. Düştükleri kuyunun dibinde öyle neşeli ve sevinçliydiler ki, sanki oradan kurtulur da taca, tahta nail oluruz diye korkuyorlardı. İnsanın severek isteyerek oturduğu yer, yerin altı bile olsa, ona göklerden yüce gelir.

-Bunların yenilmesi, kırılması bizimkine benzemiyordu. Biz bir ikbale erişip yükselince nasıl neşelenip, seviniyorsak, onlar horluğa düşüp ellerindekini, avuçlarındakini kaybedince öyle, hatta daha da fazla seviniyorlardı. Bunlar o zamanlar yoklukla, yoksullukla, horlukla iftihar edip övünüyorlar, bunları yücelik kabul ediliyorlardı.

-Yahu bunlar ne biçim adamlar, yeniyorlar seviniyorlar, yeniliyorlar gene seviniyorlar, hatta daha çok seviniyorlar. Normal bir insan düşmanlarını öldürünce sevinir, bunlar düşmanları tarafından öldürülünce daha çok seviniyorlar. Allah yolunda öldürülenlere ölüler denmemesi gerektiğine inanıyorlar. Dolayısıyla bunlar galiba yenilmesi, öldürülmesi imkansız yaratıklar! Böylelerini yenmek, öldürmek de düşmanlarına bir tat ve zevk vermez.

-Dikkat ediyor musunuz, O Allah’ın elçisi olduğuna inandıkları Muhammet, arada bir bize bakıyor? Şimdi bu adamın yüreği, bize karşı kim bilir nasıl kin ve öfkeyle doludur, taş gibi de katıdır. Bakalım bize ne gibi işkenceler ve zulümler uygulatacak?

-Arkadaş, adam şimdi bize ne yapsa hakkı var! Ona karşı savaştık, yenildik, eline esir düştük. Biz onu yenip esir alsaydık, konukseverlikle mi karşılayacaktık?

Esirler, bu halde sürülüp götürülürlerken, bir ara Mustafa’nın (SAV) onlara bakıp güldüğünü gördüler. Bu öyle kahkahayla, gurur ve kibirle bir gülme değildi, çok hoş ve güzel bir tebessümdü. Zaten kimse onun kahkahayla ve katıla katıla güldüğünü görmemiştir. Fakat esirler, Peygamber’in bu gülüşünü kötüye yordular. Birbirlerine Peygamberin onlara bakıp güldüğünü göstererek, kendi aralarındaki değerlendirme ve konuşmalarını bu konu üzerinde yoğunlaştırdılar:

-Bakın, bakın, görüyor musunuz? Bizi böyle zincirlere vurulmuş görünce nasıl da keyiflenip, gülüyor? Bir de çıkmış peygamberlik taslıyor ama aslında o da bizim gibi bir insan! Hani onun huyları değişmişti, hani onu Allah terbiye etmiş ve hani o Allah’ın huyları ile huylanmıştı. Hani bu dünyanın geçici zevkleri ve üzüntüleri onu etkilemezdi. Öyleyse şimdi neden düşmanlarının kahroluşuna bakıp da seviniyor, zaferden, fetihten ve galibiyetten gurur duyuyor? Demek ki, onda da bizim gibi beşeri zaaflar var.

-Görüyor musunuz, bizleri yenilmiş, bağlar içinde, kendi esiri olarak görünce, nasıl da tıpkı nefislerine mağlup insanların düşmanlarını yendiklerini veya yok ettiklerini gördükleri zaman neşelendikleri, sevinçten gülüp oynadıkları gibi o da seviniyor ve memnun oluyor? Hani o, iyiye de kötüye de merhamet eden, iyiyi de kötüyü de bağışlayan üstün bir insandı? diyerek Peygamberin gülüşüyle ilgili türlü yorumlar getiriyorlar, onu kınıyorlardı. Etraflarındaki muhafızlar konuştuklarını duymasınlar, gidip haber vermesinler diye de çok alçak sesle, fısıltıyla konuşuyorlardı.

Onların bu fısıltılı konuşmalarını, yanlarındaki muhafızlar duyamadılar ama fısıltılı sözleri de gönüllerden geçen gizli sırları ve düşünceleri de bilip duyan Yüce Allah, onların sözlerini duygu ve düşüncelerini Peygamberine duyurdu. Yusuf’un gömleğinin kokusunu, gömlek yanında olduğu halde, onu alıp getiren duyamamış ama Yakup çok uzaklardan duyabilmişti. Şeytanlar, Levh-i Mahfuz’daki gayb sırlarını öğrenmek için göğün çevresinde dönüp dolaşırlar da yine duyamazlar ama o sırlardan bazıları yatıp uyuduğu sırada bile Hazreti Muhammed’in başucunda döner dururdu. Helvayı parmakları uzun olan değil, nasibi olan yer!

Allah’ın bildirmesiyle esirlerin kendi aralarında gizlice konuştukları şeyleri ve içlerinden geçen düşünceleri öğrenen Peygamber Efendimiz esirlerin yanına gelip onlara:

-Haşa! Ben sizleri savaşta yendiğim için, sizleri kahrıma uğramış düşmanlarım, zarara uğramış esirlerim olarak gördüğüm için gülmedim. Ben, zaten ölüme, yok olup gitmeye mahkum olanları öldürdüğüme mi sevineceğim? Ölüyü öldürmek yiğitlik değildir. Üstelik ben, bu günleri, yani batılın hak karşısında yenilip yok olacağını, yeni görmedim ki sevineyim. Bunun böyle olacağını ben, ta en başından, sizin ikbal devirlerinizde bile görüp duruyordum. Çünkü bu dini üstün getireceğine dair bana Allah’ın vaadi var. Allah vaadinden dönmez ve onu mutlaka gerçekleştirir. Bu dine karşı gelenler, ona düşman olanlar elbette Allah’ın kahrına uğrayacaklar. Siz o görünüşteki üstünlüğünüzle şeker yediğinizi sanıyordunuz ama yediğiniz zehrin ta kendisiydi. Siz, farkında olmadan o zehirli şekerleri, şerbetleri neşeyle yiyip içiyordunuz. Siz, düşmanınızın, böyle zehirlerle dolu bir şekeri yediğini görseniz, ona ‘Yesin varsın, afiyet olsun!’ dersiniz. Bunun için ona engel de olmazsınız, haset de etmezsiniz. Ben ise, herkese üstün geleyim de dünyaya hâkim olayım, dünyayı zapt edeyim diye savaşmıyorum! Bu dünya benim gözümde murdardır, leştir, pisliktir. Ben böyle pis bir şeyin peşinde nasıl koşarım? Ben köpek değilim ki, leş yiyeyim! Ben, bütün dünya huzura, sükûna, barış ve saadete kavuşsun diye savaşıyorum. Bu zıtlıklar, terslikler dünyasında barış, ancak savaşla elde edilebildiği için savaşıyorum. Ben, kendim yüceleyim, yükseleyim, devlete ereyim diye insanların başını kesmiyorum. Ben, bütün âlem ve bu âlemdeki milyonlarca baş kurtulsun diye ve çok gerektiği için, başka türlüsü de olamadığı için, Allah’ın emriyle birkaç baş kesiyorum, hepsi o kadar. Bahçıvan da fidanlar iyi yetişip gelişsin, güçlenip yücelsin, iyi ve bol meyve versin diye, zararlı ve gereksiz dalları budar, bahçedeki zararlı otları ayıklar. Dişçi, çürüyüp gitmiş, artık fayda değil zarar, ağrı ve sızı vermeye başlamış dişi çekip çıkarmaz; doktor, kangren olmuş, vücudu zehirlemeye başlamış organı kesip atmaz mı? Ben, akılsızlıklarından, cahilliklerinden, Hakka, hakikate, iyiye, güzele düşman olmuş, yalın kılıç onun üzerine saldıran, insanların yollarını kesip onları sapıtmaya çalışan, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin ellerinden kılıcı almak, onların şerlerini def etmek için savaşıyorum. Çılgın bir deli, elindeki kılıçla hem kendisine hem de başkalarına zarar vermeye başlamışsa, buna karşı ne yapılması gerekiyorsa ben onu yapıyorum. Ben, çılgınların, delilerin elinden kılıcı almak için savaşıyorum, cihad ediyorum. Ben sizleri helak olmaktan, ömrünüzü, dünyanızı, ahıretinizi boş yere heder etmekten kurtarmak için böyle savaş saflarını yarıyorum. Çünkü sizler bilgisizliğinizden, pervaneler gibi kendinizi ateşe atıyorsunuz, ben de sizi bu ateşten uzaklaştırmak için, çılgınca, elimle ayağımla sizi o tehlikeli yerden kovmaya çalışıyorum. Eğer bu savaşı ben değil de siz kazanmış olsaydınız, üst geldik diye çok sevinecek, bunu coşkuyla kutlayacaktınız ama aslında o zaman kaybetmiş olacaktınız. Ben şimdi sizi yendim, bastırdım, zincirlere vurdum diye gülmüyorum. Ben sizi zorla, zincirlerle, bukağılarla cehennemin dayanılmaz ateşinden, kinle kararmış külhanından, ocağından, bacasından, çeke çeke cennetin ölümsüz ve eşsiz bahçelerine, güllük gülistanlıklarına, mutluluk yurduna doğru sürükleyip götürüyorum. Benim bütün bu iyi niyetli çabalarıma rağmen, hala sizin ‘Bizi niçin bu kötü ve tehlikeli yerden, o güven içindeki gül bahçelerine götürüyorsun?’ diye ağlayıp sızlanmalarınızı, bağırıp çağırmalarınızı, bana beddualar, hakaretler edişinizi görüyorum da onun için gülüyorum. Fakat siz, bu halinizle şimdilik benim neye güldüğümü, ne düşündüğümü ve ne dediğimi anlayamazsınız, buyurdu.

Esirler, işkenceyle öldürülmeyi beklerken, Peygamber Efendimiz ashabıyla da danışarak, onları fidye ödemeleri karşılığında serbest bırakmaya karar verdi. Fidye ödemeye gücü yetmeyenler ise, Medine’den on çocuğa okuma yazma öğreterek özgürlüğüne kavuşacaktı. Bu esirlerin hiç ummadıkları ve beklemedikleri bir karardı. Esirler arasında Peygamberin Amcası Abbas (RA) ile kuzenleri Akil ve Nevfel de vardı. Abbas bu karara çok sevindi ve:

-Ben tevbe ettim, bulunduğum halden döndüm, diyerek Müslüman olmaya karar verdiğini açıkladı. Hazreti Peygamber ona, kendisinin ve iki yeğeninin kurtuluş fidyelerini ödemesini teklif etti. Abbas bunun üzerine:

-Ama ben, Müslüman oldum. Üstelik yoksul bir adamım! Bir de bu fidyeleri ödeyecek olursan, artık ömrüm boyunca Kureyş’e el açıp dilenmek zorunda kalırım, diye itiraz etti.

Mustafa (SAV):

-Allah, senin Müslümanlık iddianı ispat etmeni, bunun için de delil göstermeni istiyor, buyurdu.

Abbas:

-Peki, nasıl bir delil gösterebilirim? diye sordu. Peygamber:

-Eğer gerçekten Müslüman olduysan, İslamlığın ve Müslümanlığın iyiliğini, güçlenmesini istemen gerekir. Öyleyse malından, mülkünden bu yolda harcamalısın, buyurdu. Abbas:

-Ey Allah’ın Elçisi, benim elimde neyim kaldı ki? Bu savaşta her şeyimi yağma ettiler, bana eski bir hasır bile bırakmadılar, dedi. Bunun üzerine Peygamber:

-Gördün mü bak! Hala düzelmemiş, değişmemiş, gerçekten iman etmemişsin! Hala eskiden olduğun gibisin! Ben sana, ne kadar malın mülkün olduğunu ve onları nerede sakladığını, kimlere emanet ettiğini, nereye gizleyip, nereye gömdüğünü söyleyeyim mi? buyurdu.

Abbas:

-Peki, buyur söyle, dedi. Peygamber:

-Malının şu kadarını falan duvarın dibine gömmedin mi? Bu kadarını annene bırakmadın mı? Ona: “Eğer dönersem, bunları bana teslim edersin; dönemezsem şu kadarını falanca iş için harcarsın; şu kadarını falana verirsin; şu kadarı da senin olur! diye etraflıca vasiyet etmedin mi?” diye saymaya başladı. Abbas bunları işitince, şehadet parmağını kaldırdı ve tam bir sadakatle iman getirerek:

-Ey Allah’ın Peygamberi! Ben bunları saklayıp gizlerken ve emanet ederken yanımda hiç kimse yoktu. Bunları hiç kimsenin bilmesi mümkün değil! Eğer bunları sana Allah haber vermeseydi, sen de bilemezdin. Gerçekten de şimdiye kadar ben, seninkini de eski krallarınki, Firavunlarınki, Nemrut’unki gibi sadece dünyevi bir ikbal, devlet ve saltanat sanıyordum. Artık, bu sözlerinle, bunun gizli, ilahi ve rabbani bir devlet olduğunu tam olarak anladım ve inandım, dedi. Mustafa (SAV):

-İşte şimdi bunu inanarak söyledin! İçindeki şüphe zünnarının koptuğunu ben de duydum. Sesi ta kulağıma kadar erişti. Benim, ruhumun içinde de gizli bir kulağım vardır. Her kim, şüphe, şirk ve inkar zünnarını parçalarsa, ben bu gizli kulakla o sesi duyarım ve koparken onun çıkardığı ses, benim ruhumdaki kulağıma erişir. Şimdi gerçekten doğruldun ve imana geldin, buyurdu.

Sonra Allah, Peygamberine eşirlere şu haberi vermesini emretti:

Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Yüce Allah kalplerinizde hayır bulunduğunu bilirse, sizden alınandan (kurtuluş fidyesinden) daha iyisini, daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah çokbağışlayıcı, çok merhamet edicidir. (Kur’an, 8. Sure (Enfal), Ayet:70)

Yani siz, önce askerler topladınız, sadece kendi mertliğinize, pehlivanlığınıza, kuvvet ve kudretinize güvendiniz. Kendi kendinize: “Şöyle yapalım, böyle edelim, şu tedbire, bu çareye başvuralım! Müslümanları şöyle kıralım, böyle yok edelim!” diye planlar kurdunuz, hileler düzdünüz. Kendinizden daha güçlü bir Kudret Sahibi olduğunu göremiyor ve kendi kahrınızın üstünde bir Kahredici tanımıyordunuz. Bunca emeklerinizin, çalışıp çabalamalarınızın, harcamalarınızın, hilelerinizin, aldığınız bunca tedbirlerin sonu ne oldu? Hiç biri, bir işe yaramadı. Şimdi ümitsizlik ve korku içinde, çaresizce bekliyorsunuz. Ama yine de gerçek Kudret Sahibini görmüyor, hatanızdan dönüp tevbe etmiyorsunuz. Aslında kudretli ve şevketli olduğunuz zamanlarda da Allah’ı görüp tanımanız lazımdı. Başkalarına değil, Allah’a yenilmiş olduğunuzu bilin de işleriniz kolaylaşsın! Eğer eski sapık dininizden döner, Allah’a yönelirseniz, Allah sizi korkularınızdan kurtarır, yağma edilen, ziyan olan mallarınızın yerine de daha fazlasını ve daha iyisini size verir. Sizi bağışlar, size acır, yarlığar, ahiret saadetinizi, dünya saadetinize yaklaştırır. Korktuğunuz zamanlarda da Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz! Allah’ın, sizi bu korktuklarınızdan kurtarmaya ve size güven vermeye de kudreti vardır. Çünkü Allah, ‘Geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir (Kur’an, 35. Sure (Fatır) Ayet:13)’, ‘Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır, ölüp gitmiş yeryüzünü yeniden canlandırır (Kur’an, 30. Sure (Rûm) Ayet:19). Esir bulunduğunuz şu halde de Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğundan ümidinizi kesmeyin ki, O da sizin elinizden tutsun. ‘Çünkü kafir olanlardan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez (Kur’an, 12. Sure (Yusuf) Ayet:87).’

O’NUN VE GÜL DEVRİNİN ÜSTÜNLÜĞÜ

Mustafa ATALAR

Dünya kurulduğundan bu yana bütün devirler dönemler boyunca o ve onun Gül Devri hasretle ve umutla beklenmiş, aranmış, özlenmiş ve gözlenmiştir. Yalnız o değil, onun ashabı ve ümmeti de övülen, özlenen ve beklenen bir ümmetti. Bütün devirleri, dönemleri, zamanları ve mekanları Yaratan Yüce Allah (c.c.), hitabına muhatap kıldığı meleklerine, insanlığa hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerine ve onlara indirdiği kitaplarında (Örneğin Kitab-ı Mukaddes Vahiy 14,1; Matta 13, 31-32; Markos 4, 26-27; Luka 13, 18) onu, onun devrini, onunla beraber olanları, o bağın bülbüllerini anlatmış ve övmüştür. Kur’an’da da Allah bu gerçeğe şöyle dikkat çekiyor:

Muhammed (SAV) Allah’ın Elçisi’dir. (Sadakatle) onun yanında olanlar, bütün hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz ama birbirlerine karşı da merhamet doludurlar. Onların rükua vararak, secdeye yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını (hoşnutluğunu) aradıklarını görürsün. Onların nişanları (işaretleri, alametleri) yüzlerindeki secde izleridir(Onların imanlarının belirlediği kimlik ve kişilikleri hayat tarzlarına, hatta dış görünüşlerine bile yansır. Dışarıdan bakanlar insan kişiliğinin en anlamlı parçası olan yüzlerinden de onları kolayca tanıyabilirler.) Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: ‘Onlar filizini yarıp çıkmış bir tohum gibidir. Sonra Allah o (filizi) gittikçe güçlendirir, kuvvetlendirir, kalınlaştırır da kökü ve gövdesi üzerinde dimdik durabilen ve üreticilerini sevindiren bir hale getirir. Allah onlar (ı böyle çoğaltıp kuvvetlendirmekle, sağlam ve dayanıklı, dirençli kılmak)la kâfirleri öfkelendirir (kızdırır, yerindirir). Allah, onlardan iman eden, iyi, doğru, dürüst, güzel işler yapanlara mağfiret ve büyük ödüller vaat etmiştir (Fetih Suresi, Ayet: 29)’.

Hz. Muhammed’in (SAV) yıldızı yeryüzünde parlayınca, kâfirlerin, çıfıtların gevherleri, sahte ve yalan değerleri yok olup, sönüp gitti. O parlak nurun karşısında ne sağlam bir delille, ispatla, kanıtla, fikirle durabildiler, ne de düşmanlıkla, kinle, öfkeyle, silahla, kılıçla, okla, mızrakla onun hakkından gelebildiler. Allah onu ve onun yolunda gidenleri her zaman, her yerde ve her şekilde düşmanlarına üstün kıldı. Ona inananlar, ona uyanlar, onu sevenler hep eman buldular, karşı koyanlar ise her zaman ve her yerde dize geldiler, hor ve hakir oldular. Nasıl yaz gelip, güneş kendini tam olarak gösterdiğinde, kışın ne kadar çok yağmış olursa olsun artık kar ve buz karlığından ve buzluğundan vaz geçmek, ümit kesmek zorunda kalır, eski halini terk edip tamamen değişerek damarlarına, iliklerine kadar su kesilirse, onun gül devrinin gelişinden sonra da artık eskilerin o halis küfrü kalmadı. Onun yerini ya Müslümanlık tuttu, ya da korku.

Bu heybet ve korku öyle zorla, zulümle, silahla, askerle, baskıyla sağlanmış halktan bir korku değildi, tamamıyla Hakk’tan gelen bir korkuydu. Çünkü bir kişi, Hakk’dan korkar, Hakk’ka teslim olur, takvâ yolunu tutarsa, Allah onlara düşman olanların gönlüne korku salar. Artık cin olsun, insan olsun bütün düşmanları ondan korkar, çekinir. Gönlünde Allah korkusu, Hak, hakikat, korkusu, endişesi olanların gönlünü yatıştırırlar, onları emin ederler. Onlara ‘Korkmayın!’ sözüyle ikramda ve ihsanda bulunurlar. Bu söz tam da içinde Allah sevgisi, onun rızasına erememe korkusu olanlara layık, onlara sunulan hazır bir yemektir. Öte yandan, içinde böyle bir korku ve endişe olmayanlara nasıl ‘Korkma!’ denebilir? Hiçbir bilgi ve ders öğrenmek istemeyen, kendisini buna muhtaç hissetmeyene ders verilebilmek, bir şey öğretebilmek imkânsızdır.

O gelmeden Hakk’ın doğru yolu çok korkulu, kapalı, aşılmaz engellerle, geçilmez geçitlerle, sarp yokuşlarla, karlarla, fırtınalarla örtülü idi. O gelmese biz bu tehlikeler içinden yol bulup çıkamaz, kurtuluşa eremezdik. İlk defa o, öz canını tehlikeye atarak bu yola atını sürdü, bütün tehlikeleri ilk o yarıp geçti. Herkesin bu yola gidebilmesi, bu yolda merhale kat edebilmesi, yolun sonundaki büyük nimetlere, kazançlara, başarılara erebilmesi onun yol göstermesi ve irşadı sayesinde mümkün olabildi. Gidilmesi gereken yolu ilk defa o buldu, yanlış yollara sapmayalım diye bizim için yol üstünde her yere; ‘Şu tarafa gitmeyiniz, helak olursunuz. Ad ve Semûd gibi şu şu kavimler o tarafa saptılar da helak oldular. Siz onların yaptığını yapmayın, onların gittiği yanlış ve kötü yollardan gitmeyin! Yoksa aynı felaketler sizin de başınıza gelir. Siz de onlar gibi yok olursunuz, varlığınızı ziyan çekersiniz. Müminlere yakışan şu yoldan gitmektir. Bu yoldan gider, Allah’ın razı olduğu şu işleri yaparsanız kurtuluşa erersiniz!’ diyerek bizleri sıkı sıkıya tembihledi, önemle uyardı.

Kur’an’daki ‘Orada apaçık işaretler…(Âl-i İmran Suresi, Ayet: 97) ayetinde belirtildiği gibi, insanlar yanlış yollara sapmasınlar diye, o bizim için yollara yer yer alametler, işaretler, uyarı levhaları koydu. Bu yüzden, yollarda dikili bu işaretlerden, uyarı levhalarından, belliliklerden herhangi birini kesmek isteyene, müminlerin hepsi birden: ‘Bizim yolumuzu yıkıyorsun, yokluğumuza çalışıyorsun, yoksa sen yol kesici misin?’ diye ölümüne de olsa mani olmaya çalışırlar. Onun için bizim hepimize düşen Hazreti Muhammed’i önder bilmek, her işimizde ona uymaktır. Nitekim Allah da: (Ey Peygamber! Onlara) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin! (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 31)’ buyurarak Allah’ın sevgisine nail olmayı ona uyma, itaat etme ve sevme şartına bağlamıştır.

Hiçbir şey, ilk önce Hazreti Muhammed’e uğramadan bize gelmez ve gelmemiştir. Bütün bağışlar, bütün ihsanlar ilk önce Hazreti Muhammed’in üzerine döküldü. Ondan da başkalarına dağıldı. Her namazın ikinci rekatından sonra oturduğumuz diz üstünde okuduğumuz duada belirtildiği gibi, Yüce Allah ona: ‘Ey Allah’ın Elçisi, sana selam olsun! Allah’ın rahmeti, bereketi senin üzerine olsun!’ yani ‘Yani Ey Sevgili Peygamberim! Ben seni sevdim. Senden hoşnut ve razı oldum! Bütün nimetlerimi, ihsanlarımı da senin üzerine saçtım!’ buyurduğunda; o hemen herkesi düşünmüş:”Ya Rabbi! Diğer salih kullarının üzerine de olsun!” diyerek Allah’ın bütün nimetlerine, ihsanlarına, lutuf ve keremine ümmetini de dâhil etmişti.

Ona ümmet olabilmek öyle değerli bir hazinedir ki, karşılığı ne bu fani dünyanın ödeme araçlarıyla, ne de topyekun kendisiyle ödenebilir. Nitekim her peygamber, kavmine açıkça: Ben size doğru yolu gösteren bir delilim, sizin müşteriniz Allah’tır. O, sizden çok büyük bir bedel karşılığında yine kendi lutfu olan canlarınızı ve mallarınızı tekrar satın almak istiyor. Benim tellallık ücretimi Allah, iki baştan da verdi. Benim ücretim dosta kavuşmak, O’nun rızasına ermektir. ‘Ben, sizlerden bu peygamberlik görevim için hiçbir ücret istemiyorum (Hud Suresi, Ayet: 29-51)’ dediler. Örneğin, Hazreti Ebubekir, Müslüman olmadan önce çok zengin birisiydi. Önce kırkbin dinarını, daha sonra da neyi var, neyi yoksa hepsini Allah yolunda verdi, harcadı. Ama onun bu verdikleri, harcadıkları asla Hazreti Peygamberin hizmetinin karşılığı veya ona ödenmiş bir ücret değildi.

İnsanların en üstünü Hazreti Muhammed (SAV), yolların en güzeli onun yolu, toplumların en üstünü onun ümmeti, devirlerin en üstünü de onunla başlayıp kıyamete kadar devam edecek olan bu devirdir. O halde, Allah’ın bize şu büyük lutfuna, keremine, ihsanına bakın ki, bizi ahir zaman toplumu kıldı. Yaratılmışların en üstünü ve en şereflisi olan o Ahir Zaman Peygamberi’ne ümmet eyledi, ümmetlerin en hayırlısı olarak niteledi. Zamanların sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadiste ‘Âhirûnes Sâbikûn’ ‘Sondan gelip de öne geçenler’ denilmektedir.

Onun gül devrine erebilmek, ona ümmet olabilmek öyle büyük bir talih, öyle yüce bir şeref, öyle hayaller üstü bir üstünlüktür ki Peygamberler bile buna gıpta etmişler, bunu can ü gönülden arzu etmişler, Allah’tan niyaz etmişlerdir. Hattâ rivayete göre; Yüce Allah, Hazreti Musa, Hazreti Muhammed’in gül devrinin ve onun ümmetinin parlaklığını, üstünlüğünü, o devre özgü özel tecellilerini, lutuflarını, nimetlerini, ihsanlarını Tevrat’tan öğrenince o gül devrine, o eşsiz gülistanın bülbüllerine, O gül peygamberin ümmetine öyle gıpta etmiş, öyle hayran kalmıştı ki kendinden geçip Allah’tan kendisini de o ümmetten kılmasını niyaz etmiş, ancak Allah onun bu duasını kabul etmemişti. Bu konuda kaynaklarda çok değişik rivayetler vardır.

İmâm Abdürrahmân Cevzî’nin “Kitâb-ül-Vefâ fî-Fezâil’il-Mustafâ” adlı eserinde şöyle bir rivayette bulunuyor:

Ebû Nuaym, Sa’d bin Abdurrahmân Muğâfirîn’den rivâyet etmiştir: Bir gün Ka’b’ül-Ahbâr (RA), bir Yahudi âlimin ağladığını görmüş ve ona niçin ağladığını sormuştu. O da:

  • Bazı şeyleri hatırladım da o yüzden ağlıyorum, dedi. Müslüman

olmadan önce Yahudilerin en ileri gelen ve en saygın alimlerinden biri olan Ka’b (RA), onu ağlatan şeylerin neler olabileceğini tahmin ederek kendisine:

  • İstersen seni ağlatan şeyleri sana ben söyleyeyim. Eğer bir yanlışım

varsa düzeltir, doğru söylüyorsam tasdik edersin! dedi. Yahudi âlimi:

  • Peki söyle bakalım! deyince Ka’b anlatmaya başladı:
  • Hazreti Mûsâ (AS), Allah ile söyleşilerinde, Tevrât’ta okuyup

öğrendiklerinden yola çıkarak şöyle dedi: Yâ Rabbî! Ben Tevrat’ta öyle bir ümmet gördüm ki, onlar ümmetlerin en hayırlısıdır. Onların insanları vaazla, güzel misallerle, öğütle ve nasihatle Allah’ın doğru yoluna çağırmak, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) gibi özellikleri var. Onlar bütün kitaplara ve Son Kitâba inanırlar. Dalâlet ehline, sapıklara, kafirlere karşı savaşırlar. Bir gözü kör olan Deccal’ı da onlar öldürürler. O halde bunları benim ümmetim kıl! Allah:

– Yâ Mûsâ! Onlar Ahmed’in (SAV) ümmetidir, buyurdu. Yahudi alimi Ka’b’ı tasdik ederek:

  • Doğru söylüyorsun, ey Ka’b! dedi. Ka’b (RA) sözlerine devam etti:
  • Musa (AS): Yâ Rabbî! Ben Tevrât’ta bir ümmet buldum ki, onlar çok

hamd ederler, Allah’ın ahkamıyla hükmederler, hikmet sahibidirler. Bir iş yapmak istediklerinde, onu Allah’ın dilemesine bağlayıp, inşâallah derler. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

  • Yâ Mûsâ! Onlar Ahmed’in (SAV) ümmetidir, buyurdu. Yahudi alimi:
  • Doğru söyledin yâ Ka’b, dedi. Sonra Ka’b (RA) şöyle dedi:
  • Mûsâ (AS): Yâ Rabbî, ben Tevrât’ta bir ümmet görüyorum ki,

onlar yüksek bir çıktıklarında Sana tekbîr getirirler, alçak bir yere indiklerinde Sana hamd ederler. Onlar için yeryüzü toprağı temiz kılınmış. Onlar suyla temizlendikleri gibi toprakla da necâsetden (pisliklerden), hadesden (abdestsizlikten) ve cünüblükten temizlenebiliyorlar. Yeryüzü onlara mescit kılınmış. Yani, nerede isterlerse orada Sana ibâdet edebilirlermiş. Onları bana ümmet eyle! Dedi. Allahu Teâlâ:

-Yâ Mûsâ! Onlar Ahmed’in (SAV) ümmetidir, buyurdu. Yahudi alimi:

– Doğru söylüyorsun ey Ka’b! dedi. Ka’b (RA) anlatmaya devam etti:

– Mûsâ (AS) Tevrât’ta okuduktan sonra: Yâ Rabbî, bir ümmete rastladım

ki, gerçi onlar zayıf ama merhamet edilmiş kimselerdir. Allah’ın Kitabı’na mirasçıdırlar, seçilmişlerdir. Onlar hakkında (Onlardan kimi kendisine zulm edicidir, kimi (iyiliği ve kötülüğü birbirine eşit) ortadadır, kimisi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek, ileri gitmek için yarışırlar. İşte en büyük fazilet budur (Fâtır Sûresi, Ayet: 32) buyurulmuş. Onlardan merhamet edilmemiş hiç kimseyi görmedim. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

– Onlar Ahmed’in (SAV) ümmetidir, buyurdu. Yahudi alimi:

– Doğru söyledin! dedi. Ka’b (RA), sözlerini şöyle sürdürdü:

– Mûsâ (AS) Tevrât’ta görüp: Yâ Rabbî, ben bir ümmet buldum ki, onlar Kitaplarını ezberlemişler, Mushafları hafızalarında ve kalplerinde saklanmış, korunmuş. Onlar namazlarında melekler gibi saflar bağlarlarmış. Onlar mescitlerinde arılar gibi vızıldaşırlar, ayetlerini okurlar ve Seni zikir ve tesbih ederlermiş. Onların yaptıkları iyiliklere bire on, bire yedi yüz ve hatta kat kat daha fazla mükâfatlar veriyormuşsun. Yaptıkları kötülüklere ise yalnız kendi karşılığı ile ceza verecekmişsin. Onlardan pek azı cehenneme gidecekmiş. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

  • Yâ Mûsâ (AS) onlar Ahmed’in (SAV) ümmetidir, buyurdu. Yahudî

âlimi:

  • Doğru söylüyorsun ey Ka’b! diyerek onu doğruladı.

Musa (AS), Hazreti Muhammed’e (SAV) ve onun ümmetine verilen hayırları, iyilikleri, nimetleri ve üstünlükleri öğrenip onların kendi ümmeti olmadığını anlayınca, bu sefer de bu üstünlüklere olan hevesinden ve hayranlığından kendisi de o ümmetten, yani Muhammed ümmetinden olmak istedi:

  • Ya Rabbi! Hiç olmazsa beni de ona ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ,

Hazreti Musa’yı (AS) şöyle teselli etti:

– Ey Musa! Ben, seni aziz kıldım. Seni kendime peygamber yaptım. Seninle konuştum. Bütün öğütlerimi sana açıkladım. Sen Benim sana verdiklerimi ve kendi kudret elimle yazdığım Tevrat’ı al ve şükredenlerden ol! Kavmine de söyle, salihlerden olsunlar! Benim yardımımla onlar hidayet bulmuşlardır, buyurdu.


Bazı müfessirler aşağıdaki ayetlerin bu hususa işaret ettiğini belirtirler:

‘Ey Musa! Ben (seni) peygamber göndermekle ve (seninle vasıtasız) olarak konuşmakla seni (asrının) insanlarının başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol! ‘Biz, nasihatlere ve her şeyin açıklanmasına dair ne varsa, hepsini Mûsâ için levhalarda yazdık. (Ve dedik ki:) Bunları kuvvetle tut! Kavmine de onun en güzelini almalarını emret! Yakında size yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim. Musa’nın kavminden (de) Hakk ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adil davranan bir topluluk vardır (A’râf Sûresi, 144-145, 159).

Musa (AS), bunları dinleyince rahatladı, gönlü hoş oldu. Ama Hazreti Muhammed’in ve onun ümmetinin parlaklığı, üstünlüğü, Allah’ın onlara ve o devre özgü özel tecellileri, lütufları, nimetleri, ihsanları karşısında gıpta etmekten, hayran kalıp kendinden geçmekten de kendini alamadı. Bu sefer de Allah’a:

– Ya Rabbi! O ne büyük rahmet devri! O devir, rahmetten de ileri! Meğer Senin o devirde ne büyük tecellilerin varmış. Ya Rabbi! Senin her şeye gücün yeter. Ne olur, bu Musa kulunu da herhangi bir şekilde bu devirde gizle de Ahmed’in o parlak devrinde yeniden ortaya çıkar, tekrar dünyaya gönder! Beni de ona ümmet kıl! diye yalvardı. Allah (C.C.)ona buyurdu ki:

– Ey Musa! Ben, o devri sana keremimin, cömertliğimin büyüklüğünü, yüceliğini göresin, bilesin diye gösterdim. Sen o devirden uzaksın. Onun için ayağını o yoldan çek! Çünkü iklim uzundur. Ben, gerçek kerem, lütuf ve ihsan sahibiyim. Kullarıma, nimetlerimi tanıyıp istesinler, o nimetlere heveslensinler diye nimetlerimi böyle gösteririm. Nitekim daha önce de candan ve gönülden dileyip istediğin bütün keremleri, ihsanları da önce Ben sana gösterdim de sen ancak ondan sonra bunları isteyebildin. Ben gizli bir rahmet hazinesiyim. Ben, hidayet nasip ettiğim Muhammed ümmetini, ‘İnsanların iyiliği için, iyiliği teşvik eden, kötülüğe engel olan, Allah’a inanan, en hayırlı ümmet olarak ortaya çıkardım (Âl-i İmrân Suresi, Ayet:110), buyurdu. Nihayet Musa (AS):

  • Ben bu peygamberi ve ümmetini görmeyi çok isterdim, dedi.

Allah Teâla ona buyurdu:

  • Sen o zamana kadar yaşayamazsın. Ama istersen sana onun

ümmetinin seslerini duyurabilirim. Hz. Musa’nın arzu etmesi üzerine Allah Teala:

  • Ey Muhammed Ümmeti! diye seslendi. Onlar:
  • LEBBEYK ALLAHÜMME LEBBEYK! LEBBEYKE LE ŞERİKE

LEKE LEBBEYK! İNNELHAMDE VENNİ’METE LEKE VELMÜLK. LÂ ŞERİKE LEK!” (BUYUR ALLAH’IM BUYUR! EMRİNE, HİZMETİNE GELDİM! SANA İBÂDETE, İTAATA, KULLUĞA HAZIRIM! EMRİNE BOYUN EĞMİŞİM! SENİN HİÇBİR ORTAĞIN YOKTUR! HAMD DE, NİMET DE, MÜLK DE SENİNDİR, SANA MAHSUSTUR! SENİN HİÇBİR ORTAĞIN YOKTUR!)” diye cevap verdiler. Allah Teala da onlara:

– Ey Muhammed Ümmeti! Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Siz benden istemeden, ben size veririm ve günahlarınızı bağışlarım, buyurdu.

(Bu yazının hazırlanmasında; İmâm Abdürrahmân Cevzî’nin “Kitâb-ül-Vefâ fî-Fezâil’il-Mustafâ” adlı eseri, Mevlana’nın Mesnevi’si, Envarü’l Aşıkîn ve Şevahid-ün Nübüvve gibi eserlerden yararlanılmıştır.)

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz