HALİFENİN CİHAD ÇAĞRISININ İSLAM DÜNYASINDAKİ ETKİLERİ

“HALİFENİN CİHAD ÇAĞRISININ İSLAM DÜNYASINDAKİ ETKİLERİ”
Yazısını indirebilir veya okumaya devam edebilirsiniz.


HALİFENİN CİHAD ÇAĞRISININ İSLAM

DÜNYASINDAKİ ETKİLER

Mustafa ATALAR
Kültür ve Turizm Bakanlığı Başmüfettişi

Makalenin Konusu ve Amacı

Ülkemizde en çok tartışılan polemik konularından biri de, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Padişah V. Mehmed Reşad tarafından Halife sıfatıyla 23 Kasım 1914’te ilan edilen Cihad-ı Mukaddes çağrısının İslam dünyasında etkili olup olmadığı hususudur. Aslında geçmişte yaşanmış, olup bitmiş somut bir tarihi olayın sonradan kalkılıp tartışma konusu yapılmasının pek bir anlamının olmaması gerekir. Öyle ya tarih, ihtimaller üzerinde değil, kesin, somut olaylar ve olgular üzerinde duran, sebep ve sonuçlarıyla beraber bunları inceleyen, bir bilim dalıdır. Dolayısıyla herkesin gözleri önünde olup bitmiş somut bir olayın tartışma konusu yapılmasının ne anlamı olabilir? Tarihte ne ki olup bitmiştir, dönüp onu değiştirebilmek, ne ki olmamıştır gidip onu oldurabilmek bir daha mümkün olamaz. Yani tarihte olan değişmez, olmayan bilinmez. Onun için tarihteki olaylara şöyle olsaydı böyle olurdu gibi varsayımlarla yaklaşmanın o günkü olaylara hiçbir etkisi olmaz, olsa olsa bunlardan ileriye dönük dersler çıkarılabilir. Bu makalenin konusunu teşkil eden olayda da Halifenin Mukaddes Cihad Çağrısı İslam âleminde etkili olmuşsa olmuştur, olmamışsa olmamıştır. Doğru olan bu çağrının etkili olup olmadığını veya nerelerde ne kadar etkili veya etkisiz olduğunu sebep ve sonuçlarıyla ortaya koymaya çalışmaktır. Fakat gelin görün ki bizde tarihimizde cereyan etmiş neredeyse her olaya bir art niyet, peşin hüküm ve maksatlı yaklaşım bulaştırılmaya çalışıldığı gibi buna da bulaştırılmaktadır. Olup bitenlerin görmezden gelinmesi, başka türlü gösterilmesi, olmamışın olmuş, olmuşun olmamış gibi takdim edilmesi, olayların tersyüz edilip, çarpıtılması, mecralarından çıkarılmaya çalışılması insanlarımız arasında yersiz ve gereksiz tartışmalara, yanlış anlamalara ve değerlendirmelere yol açmaktadır. Kimi insanlarımız bilmeden kandırılıp, aldatılabiliyor ve yanlış kanaatlere, fikir ve düşüncelere sürüklenebiliyorlar. Ne yazık ki bizim gibi tarih ilmi ve tarih bilinci yeterince gelişmemiş toplumlarda bunlar çok rastlanan kusurlardan ve garabetlerdendir.

Bu olayda da bazı yazarlarımız ve aydınlarımız, üstelik bilimsel ciddiyete hiç de yakışmayacak bir şekilde maksatlı olarak ve bile bile Halifenin o zamanki cihad çağrısının dünya Müslümanları üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını iddia ediyorlar. Onların esas amaçlarının buradan yola çıkarak Hilafet kurumunun aslında hiçbir işe yaramayan, önemini etkisini, fonksiyonunu çoktan kaybetmiş, gereksiz bir kurum olduğunu ispatlamaya çalışmak olduğu anlaşılıyor. Herkesin her konuda değişik fikirlerinin, farklı yaklaşımlarının, değerlendirmelerinin, düşüncelerinin, inanç ve kanaatlerinin olması son derece doğaldır. Ancak bunu savunmak ve ispatlamak için hiç kimsenin tarihi olayları çarpıtmaya, olmuşu olmamış, olmamışı olmuş gibi göstermeye hakkı yoktur. Böyle bir davranış bilimsel ciddiyetle hiç bağdaşmadığı gibi tarihe de ihanettir. Bizim bu makaleyle güttüğümüz amaç ise konuyu somut delilleriyle, tarihi ve milli gerçeklerimize uygun olarak arka planıyla doğru bir biçimde ortaya koymaya, bu çağrıya uyanların ve uymayanların ruh hallerini anlamaya çalışmaktan ibarettir.

Cihad Çağrısı Uyulmaya Değer Bir Çağrı mıydı?

Doğru bir değerlendirmeye varabilmek için her şeyden önce şu Mukaddes Cihad İlanının gerçekten de uyulmaya değer bir çağrı olup olmadığına bakmak gerekir.

Bilindiği gibi milletimizi, memleketimizi Birinci Dünya Savaşı cehennemine atan İttihatçılar, bununla yetinmeyip bütün İslam âlemini ve Müslümanları da Almanların tarafına, kendi yanlarına ve aynı ateşin içine çekebilmek, kendi çıkarları ve menfaatleri doğrultusunda İngiltere’ye, Fransa’ya ve Rusya’ya karşı ayaklandırmak ve savaştırmak için halifeye kutsal cihad çağrısı yaptırdılar. Bu tam anlamıyla bir istismar örneğiydi. İslamiyeti, İslami kurum ve kuruluşları, mukaddes değerleri ve kavramları kendi çıkar ve menfaatleri için kullanmaktan, istismar etmekten, kendilerine hizmet ettirmeye çalışmaktan başka bir şey değildi. Bunlara canla başla hizmet etmeyi en büyük şeref ve canına minnet bilen hiçbir Müslüman’ın hele Müslüman Türk’ün aklından ve hayalinden bile böyle bir istismar düşüncesi geçmez, böyle bir şeyi çok utanç verici bulur. İttihatçılar ise hilafet kurumuna, İslami değerlere ve kurumlara önem veren, itibar eden, saygı gösteren kimseler değildi. Hilafet kurumunu, makamını, onun manevi gücünü ve otoritesini etkisizleştirmek için en başından beri her şeyi yapmışlardı. Fakat başları sıkışınca onu kendilerine hizmet ettirmek için kullanmakta, kendi çıkar ve menfaatlerinin aleti ve istismar aracı haline getirmekte en ufak bir tereddüt göstermemişlerdi.

Osmanlı Padişahları Yavuz Sultan Selim’den sonra Hazreti Peygamberin vekili ve bütün Müslümanların lideri anlamına gelen Halife sıfatını ve unvanını da kullanmaya başlamışlardı. Bu sıfat ve unvan ona sahip olanlara çok büyük bir itibar ve şeref kazandırdığı gibi, aynı zamanda çok büyük ve önemli görev ve sorumluluklar da yüklüyordu. Hilafet kurumu, dört halife dönemindeki anlam ve öneminden elbette çok şeyler kaybetmişti. Ama yine de Müslümanların gözünde çok önemli ve saygın bir yere sahipti. İzlediği politikalarla bütün İslam dünyasında çok büyük bir sempati, sevgi ve saygı kazanmış olan II. Abdülhamid’in amaçlarından biri de Hilafet kurumunu etkili, nüfuzlu büyük bir güç haline getirmekti. II. Abdülhamid bu yolda önemli mesafeler kat etmiş, onun döneminde hilafet kurumu yeniden büyük bir önem, değer ve saygınlık kazanmıştı.

Siyonistlerin güdümündeki İttihatçılar tarafından tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’in yerine geçirilen Sultan V. Mehmed Reşad’ın İttihatçıların elinde iradesiz bir oyuncak haline geldiği içte ve dışta herkesçe bilinen bir gerçekti. İttihatçıların kuklası durumundaki Sultan Reşad’ın imzasını taşıyan her belge gibi, Halife sıfatıyla bütün Müslümanlara yaptığı cihad çağırısı da çoğu kimseler tarafından bir Halife iradesinden çok Alman menfaatlerini temsil eden ve o yönde yapılmış bir çağrı olarak görülüyordu. Öte yandan İttihatçılar, dört yüz senelik aşırı bir hoşgörüden sonra, hiç Türkçe bilmeyen Arap halkına birden bire Türkçe konuşma ve eğitim zorunluluğu getirmek getirme gibi yersiz, zamansız, akıl mantık dışı ve uygulanması imkânsız işlere, işgüzarlıklara ve saçmalıklara da kalkışmışlar, bu da yerli halkın tepkisine ve nefretine neden olmuştu.

Bütün bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, bu cihad çağrısının uyulmaya değer bir çağrı olup olmadığı hususu son derece tartışmalı bir hale geliyordu. Eğer gerçekten de Halifenin cihad çağrısına hiç uyulmamış, rağbet edilmemiş olsaydı, bunun da normal karşılanması, buna uymayan Müslümanların da kınanmaması, suçlanamaması gerekirdi. Çünkü dünya Müslümanlarının bu çağrıyı uyulmaya değer bir çağrı olarak kabul etmemek ve uymamak için yeterli sebepleri vardı. Aslında üzerinde en çok durulması, sebep ve sonuçlarıyla en çok tartışılması gereken konu da buysa da, bizde nedense eskiden beri tartışmalar daha çok bu mukaddes cihad çağrısının etkili olup olmadığı üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Zıt ve Uzlaşmaz Görüşler

Bizim aydınlarımız hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da uzlaşamıyorlar. Herkes kendisine bir konum belirliyor, işin aslına astarına ve gerçeğine bile bakma gereğini duymadan karşıt kamplara ayrılıyor, birinin ak dediğine öbürü kara dercesine aşırı genellemelerle birbirine zıt fikirleri savunuyorlar. Türk aydınlarının, yazarçizer takımının önemli bir kısmı yıllardan beri Halifenin bu cihad çağrısının hiçbir işe yaramadığını, bundan hiçbir sonuç çıkmadığını, dünyada hiçbir Müslümanın bu çağrıya rağbet etmediğini, kulak asmadığını iddia eder, savunur durur. Bunlar iddialarını ispat etmek için hiç bir somut bilgi ve belgeye dayanmaya, söylediklerinin tarihi gerçeklere uygun olup olmadığını sorgulamaya ve araştırmaya gerek duymazlar. Böyle bir şey düşünenlere de en galiz küfürlerle, isnat ve iftiralarla saldırmaktan geri kalmazlar. Tarihi ve somut gerçekler ne olursa olsun, bu konuda en ufak bir ‘Acaba?’ya bile tahammül edemezler. Bunun illa böyle kabul edilmesi ve üzerinde en ufak bir tartışma yapılmaması gerektiğine inanırlar. Aşağıdaki alıntı bu anlayışın tipik bir örneğidir:

‘Şunu iyi bilmeliyiz ki, mukaddes cihadlar artık devrini tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda imparatorluk çökerken, ilikleri, kemikleri, Türk’ün parası ve emeğiyle dolu Müslüman ve Arap dünyası Halife’nin bayrağı altında toplanmak şöyle dursun, onu ateşe vermiş, kahraman Türk ordularını düşmanlarla el birliği ederek arkadan vurmuştur (Cihad Akçakayalıoğlu, Lozan, Ulus Gazetesi, Lozan, 1 Mart 1966’dan aktaran Kadir Mısıroğlu, Filistin Davasının Düşündürdükleri, Sebil Yayınevi, İstanbul, 2008, sayfa 72).

Hâlbuki herkes biliyor en azından tahmin ediyor ki, bu çağrıya uyan da olmuştur, uymayan da, rağbet eden de olmuştur etmeyen de… Nerede kaç uymuş, nerede kaç kişi uymamış, kaç kişi pasif kalmış, kaç kişi tavrını hangi eylem ve davranışlarla ve nasıl ortaya koymuş bunların somut delillerle, bilgi ve belgelerle ortaya konması gerekmez mi? Ama nedense bizde ya ‘Bu çağrıya hiç kimse uymamıştır’ veya ‘Hayır efendim ne münasebet, herkes uymuştur’ gibi aşırı genellemeci ama tarihi gerçeklerle bağdaşmayan tutumlar takınmak, tartışmaları bunun üzerinde sürdürmek adet olmuştur. Aydınlarımızın bu tavrı bize faydadan çok zarar getirmekte, sorunlarımızı çözmekten çok daha da ağırlaştırmakta, dost ve kardeşlerimizle bile aramızda yersiz ve gereksiz soğukluklara, kin ve düşmanlıklara neden olmaktadır. Hâlbuki geleceğin inşasında en önemli dayanak noktalarından birini oluşturan tarih ilmi ve bilincinin ihtimaller veya keyfi hükümler üzerinde değil gerçekler üzerine bina edilmesi gerekir. Bilimsel zihniyete göre, sağlam delillere ve kanıtlara dayanan bir görüş, her zaman hiçbir delile dayanmayan veya hatalı delile dayanan görüşten daha üstündür.

Mukaddes Cihad İlanının İslam Dünyasındaki Etkileri

Bizim buradaki amacımız, ideolojik saplantıları bir yana bırakmış, ön yargısız hak ve hakikat âşıkları olarak bu işin aslını, esasını ve gerçeğini anlamaya çalışmak olacaktır. Konumuza bazı sorular sorarak ve bunlara cevaplar arayarak girebiliriz. Kukla bile olsa o günkü Halife’nin cihad çağrısı acaba İslam dünyasında herhangi bir etki uyandırdı mı? Bu çağrı özellikle Ortadoğuda ne gibi sonuçlar doğurdu? Bu olayın ardından kim, nasıl davrandı? Nerelerde, neler oldu?

Eğer İslam dünyasının Halifenin cihad çağrısına hiç uymadığını, ilgi ve rağbet gösterilmediğini öne sürenler, bilimsel bir zihniyetle ve objektif bir şekilde İslam dünyasının neresinde kaç Müslümanın bu cihad çağrısına uyduğunu, kaçının uymadığını, o ölüm kalım savaşımız sırasında kaç kişinin bizim yanımızda, bizimle beraber omuz omuza, kaç kişinin de ortak düşmanlarımızın yanında bize karşı savaştıklarını, bunun arkasında yatan sebepleri inandırıcı delillerle, rakamlarla, istatistiklerle ortaya koyabilseler bunlar da bizim için çok yararlı ve öğretici olabilirdi. Çünkü işin gerçeği tarihimizin o en zor döneminde Müslümanların büyük çoğunluğunun fikir ve gönül olarak bizimle beraber oldukları, ölüm kalım mücadelemizi maddi ve manevi yardımlarıyla destekledikleri, pek çoğunun da bizimle beraber kanlarını ve canlarını feda etmekten çekinmedikleri, ama öte yandan sayıları ötekiler kadar fazla olmasa da değişik sebeplerle olup bitenlere ilgisiz kalanlar, bizi değil de ortak düşmanlarımızı destekleyenler, hatta onların safında bize karşı savaşanlar da olmuştur. Ancak ne yazık ki bu bütün Müslümanların bize karşı olduğunu, Hilafet kurumunun ve İslam kardeşliğinin bir işe yaramadığını savunan aydınlarımız, iddialarını ispat edecek herhangi bir delil bile gösterme gereği duymuyorlar, sadece soyut iddialarla yetiniyorlar. Bu yüzden onların yazdıklarından kayda değer bir yarar sağlanabilmesi de mümkün olamamaktadır. Batıcı aydınlarımızın iddialarının, suçlamalarının gerçeği yansıtmadığını, bunların yalan, yanlış, tarihi gerçeklere ters ve maksatlı çarpıtmalar, iftiralarla dolu genellemeler olduğunu öne süren karşıt görüşteki düşünürlerimiz ise iddialarını değişik delillerle ortaya koymaya çalışıyorlar. Diyorlar ki:

‘Her şeye ve fail-i muhtar bir padişah ve halife olmamasına rağmen, Halifenin cihad çağrısına hiç uyulmadığı rağbet edilmediği iddiası koskoca bir yalandır. iddiası da koskoca bir yalandır. 23 Kasım 1914 tarihinde Sultan Reşad tarfından ilan edilen Cihad-ı Mukaddes fetvası İslam dünyasının her tarafında umulandan, belki de hak ettiğinden çok daha büyük yankı uyandırmış, ilgi ve rağbet görmüştü. Bu fetva üzerine Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda karışıklıklar çıktı, özellikle İngilizler, Mısır’da, Sudan’da, Hindistan’da çok büyük sıkıntılarla karşılaştılar.

Halifenin Mukaddes Cihad fetvasının hiçbir işe yaramadığı, bu fetvaya rağmen, binlerce Müslümanın İngiliz, Fransız, Rus ordularında yer alarak bize karşı silah kullandıkları ve savaştıkları iddiasında kısmen doğruluk payı olmasına rağmen bu da tam olarak doğru değildir. Düşman orduları içindeki esir ve zavallı Müslümanların kendi hür iradeleri ile ve gönüllü olarak onların içinde yer aldıklarını iddia etmek çok haksız, çok büyük bir bühtan ve iftiradır. Bunlar ordularına katılmak zorunda bırakıldıkları Hıristiyan devletlerin ellerinde esir durumundaydılar. Üstelik bunlardan binlercesinin, her şeye rağmen yine de Mehmetçiğe kurşun sıkma emirlerini dinlemedikleri, bunun bedelini de asılmak ve kurşuna dizilmek suretiyle canlarıyla ödedikleri, hapis, işkence gibi eza cefa, baskı ve zulümlere, her türlü bela, musibet ve tehlikelere maruz kaldıkları da bilinen bir gerçektir. Sadece Hindistan’da sırf bu yüzden 30.000’den fazla Müslüman Türklere karşı savaşacak orduya katılmadıkları için İngiliz idaresi tarafından hapse atıldılar. 1914 yılında aldatılarak silâhaltına alınan bazı Hintli Müslümanlar, Türklere karşı savaşmak üzere Irak cephesine gönderileceklerini öğrenince ani bir kararla isyana kalkışmışlar, başlarındaki İngiliz subaylarını öldürmüşler, bu yüzden de binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmişlerdi. Kaldı ki, düşman saflarında yer alan bazı Müslümanlar da, umulmadık zamanlarda Türklere çok büyük yararlılıklarda bulunmuşlardı. Örneğin, İstabul’daki silah depolarında bekçilik yapan Hintli Müslümanlar, bu silahların Milli Mücadele’de kullanılması için Anadolu’ya kaçırılmasına yardımcı olmuşlar, kolaylıklar göstermişler, Türklerle işbirliği yapmışlardır. Rus ordusundaki Müslümanların da, Rus-Ermeni mezalimini önleyebilme yolunda çok önemli rolleri olmuştur.

Mısır, Sudan gibi Arap ülkelerinde bu Cihad-ı Mukaddes ilanı üzerine yabancı işgal yönetimlerine karşı isyanlar ve karışıklıklar çıkmış, onbinlerce Müslüman şehid edilmiştir. Osmanlı ordusuna onbinlerce Arap gönüllü katılmış, bunlardan büyük bir bölümü de Mehmetçikle omuz omuza savaş verdiği cephelerde şehid düşmüştür. Katılımın daha fazla olabilmesi de mümkündü. Bunun gerçekleşememesinin esas nedenini de onların hainliğinde değil, İttihatçıların Arap ülkelerinde yaptıkları yakışıksız işlerde, olumsuz tutum ve davranışlarında, Arapların asırlardan beri savaş görmemiş, savaş yapmamış, savaşmayı bilmeyen kimseler olmalarında aramak daha insaflı, doğru ve makul bir yaklaşımdır.

Arap dünyasındaki itaatsizlik sadece bir aileyle, Şerif Hüseyin ve avenesiyle sınırlı kaldığı halde, her nedense bizde yıllardan beri ve kasıtlı olarak bunun bütün Arapları, hatta İslam dünyasını içine aldığı, bütün Müslümanların bize isyan ettiği, hiç kimsenin bizim yardımımıza koşmadığı, Halifenin Mukaddes Cihad çağrısının da hiçbir işe yaramadığı anlatılır durur. Bunun ağızlarda gevelenip duran çürük bir sakız olduğu belli bir şey ama acaba gerçekler nasıl? Türklere karşı isyan bayrağı açarak silah çeken Mekke Emiri Şerif Hüseyin gerçekte etrafına çok az sayıda adam toplayabilmişti. Nitekim isyan ettikten yıllar sonra Medine’yi teslim almaya geldiğinde bile emrinde sadece 350 kişi vardı. Üstelik bunlar da ayak takımından toplanmış o derece derme çatma insanlardı ki, kendisi bile bunlara güvenemiyor, bu silahların kendi adamları tarafından yağmalanmasından korktuğunu açıkça ifade ederek, Türk kumandanlarından silah depolarının kapısına bir müddet daha Türk askerlerinin nöbet tutmalarını rica ediyordu (Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, İstanbul, 1994, sayfa 473-474’ten aktaran Kadir Mısıroğlu, Filistin Davasının Düşündürdükleri, Sebil Yayınevi, İstanbul, 2008, sayfa 76).

Öte yandan aynı çarpışmalarda Şerif Hüseyin’in ayak takımı bedevi ve çapulculardan oluşan kuvvetlerinin karşısında ve bizim yanımızda hem de bölgenin ileri gelen saygın Araplarından oluşan kat kat fazla bir güç, Osmanlı ordusu içinde bu isyancılara karşı savaş veriyor, ortak değerlerimizi ve varlığımızı savunuyordu. Örneğin, Arapların en itibarlı, en kalabalık, en savaşçı ailelerinden Şammar aşireti ve onun bütün Araplar arasında çok saygın olan reisi İbnü’r-Reşid en başından beri Türklerden yana tavır koymuş, her şeyiyle Türklere destek vermişti (Bakınız: Kadir Mısıroğlu, Filistin Davasının Düşündürdükleri, Sebil Yayınevi, İstanbul, 2008, sayfa 74-77).

Yakın zamanlara kadar ben bu konularda hep başkalarının yazdıklarını okumakla yetinirdim. Fakat bir yandan da bu mukaddes cihad ilanının İslam dünyasında bir etki uyandırıp uyandırmadığını, uyandırmışsa bunun nasıl bir etki olduğunu, ne tür sonuçlar doğurduğunu, bunun yansımalarını film, fotoğraf gibi görsel ve somut bilgi, belge, materyal ve delillerle görmeyi, sonunda da kendi değerlendirmemi kendim yapmayı çok arzu ederdim. Bu mukaddes cihad ilanı eğer gerçekten de Müslümanlar üzerinde hiçbir etki uyandırmadıysa bunu bilmek, nedenleri üzerinde durup düşünmek elbette daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktı. Öte yandan körü körüne bir yanlışa veya yalana inanmanın, onu savunmanın hiçbir anlamı ve yararı olmayacağı gibi, pek çok zararlar doğuracağı veya doğurduğu da ortadaydı. Eğer bu mukaddes cihad ilanı İslam dünyasında az veya çok etkili olmuş, bazı Müslümanlar bizimle beraber aynı safta savaşmışlar, aynı fikir, inanç ve idealler uğruna canlarını, mallarını seve seve feda etmişlerse, bunu görmezden gelmek, inkâr etmek, yok saymak bana hem tarihe büyük bir ihanet, hem de insan onuruna, haysiyetine, vicdanına sığmayacak büyük bir haksızlık, özellikle de asırlarca İslamın bayraktarlığını yapmış bir Müslümana Türk’e hiç yakışmayacak çirkin bir davranış gibi geliyordu.

BELGE FOTOĞRAFLAR

Geçen yıl yani 2009 yılı Aralık ayında İsrail’e ve Filistin’e yaptığım bir görev seyahati sırasında mutlu bir tesadüf eseri olarak karşıma çıkan bazı belge fotoğraflar hem benim bu konuyla ilgili somut belge arayışımı ve ihtiyacımı fazlasıyla tatmin etti, hem de bu konu üzerinde biraz daha araştırma yapmaya yöneltti. Filistin’li Hıristiyan bir Arabın elindeki fotoğraflardan yararlanılarak Osmanlı Dönemi Kudüs’ünü ve Filistin’ini tanıtmak üzere hazırlanan bir sergiden arta kalan fotoğraflardan sekiz on tanesi bana çok ilginç geldi, beni çok derinden etkiledi, adeta çarptı. Yan yana getirildiğinde bir tam anlamıyla belgesel bir tarihi fotoroman hatta film olabilecek nitelikteki bu belge fotoğraflar, Halifenin mukaddes cihad ilanı üzerine Osmanlı Devletini desteklemek için Mukaddes Kudüs’te toplanmış onbinlerce insanın katıldığı olağanüstü büyük bir mitingi, yürüyüşü, toplantıyı ve sonrasında yaşananları, çok önemli tarihi gerçekleri bütün canlılığı, diriliği ve gerçekliğiyle ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde apaçık ortaya koyuyor. Benim bu konuda uzun yıllar süren bilgi ve belge arayışımı tam anlamıyla tatmin eden, pek çok kimsenin de ilk defa burada göreceği bu ilginç belgesel fotoğrafların, herkesin de ilgisini çekeceğine inandığım için bunları kamuoyuyla da paylaşmadan, meraklılarının ilgisine, bilgisine ve dikkatlerine sunmadan edemedim. Bu fotoğrafların bakmasını, görmesini bilen, aklı, izanı, anlayış ve feraseti kaybolmamış herkese kabiliyeti nispetinde çok şeyler anlatacağına, herkeste çok farklı duygu ve düşünceler uyandıracağına inanıyorum. Bu sıra dışı belge fotoğraflar Filistin’in, Kudüs’ün, Filistin davasının bizim için ne anlama geldiğini, ne ifade ettiğini anlamakta güçlük çekenlere de bambaşka ve yeni bir bakış açısı ve anlayış getirebilir. Konuya Halifenin cihad ilanı ve Filistin halkı açısından bakıldığında da, ister iyi niyetli, ister kötü niyetli olsun her şeyi bütün açıklığı ve netliği ile gözler önüne seren bu fotoğrafları gören aklı başında herkes, mukaddes cihad ilanının Filistin halkı üzerinde büyük, hem de çok büyük etkileri uyandırdığını bütün açıklığıyla görebilecektir.

Sözü fazla uzatmadan, bu fotoğraflara bırakmak, söylenmesi gerekenleri onlara söyletmek, anlatılması gerekenleri onlara anlattırmak, dinlenmesi gerekenleri onlardan dinlemek her halde daha yararlı olacaktır.

(Not: Fotoğrafların bir örneği özel arşivimdedir.)

FOTOĞRAF 1. Yer: Kudüs. Bölge: Mescid-i Aksa’nın bulunduğu tepenin tam karşısındaki Zeytindağı… Birinci Dünya Savaşı yılları… Osmanlı ordusunun onlarca cephede savaşmak zorunda kaldığı, milletimizin, dini, imanı, varlığı, birliği, dirliği, vatanı, bayrağı, için ölüm kalım savaşı verdiği, dünyanın en büyük ordularının yenilmez armadalarla Çanakkale’de boğazımıza çöktükleri yıllar. Tam günü ve tarihi belli değil ama bu kalabalıkların buraya Osmanlı Sultanı Halife’nin 11 Şubat 1914’te yaptığı cihad çağrısı üzerine toplandıkları biliniyor. Binlerce Filistinli Zeytindağı’nda toplanmışlar, ellerini semaya açmış, en içten yakarışlarla Allah’a dua ediyorlar. Aralarında köylü de var, şehirli de, avamdan, normal halktan olanlar da var, yöneticilerden, askerlerden, ulemadan yani elit kesimden olanlar da, asker elbiseli, sırmalı üniformalılar, cübbeliler, sarıklılar da var, sivil kıyafetli olanlar da, feslisi de, sarıklısı da, kefiyelisi de var, fötr şapkalısı da, aksakallı, pîr-i fani ihtiyarı da var, daha sakalları bitmemiş küçücük çocukları da… Çoğunun Müslüman olduğu zaten belli ama kılık kıyafetlerine dikkatle bakılırsa içlerinde Müslüman olmayanların bile bulunduğu anlaşılıyor. ‘Bize ne Osmanlılardan, bize ne Türklerden, ne halleri varsa görsünler’ dememişler, ellerine sancak-ı şerifleri, Türk bayraklarını, flamalarını, dövizlerini almışlar, gelip burada toplanmışlar. Hem dua ediyorlar, hem de müşterek vatanlarının, milletlerinin, dinlerinin, imanlarının, bağımsızlıklarının, varlıklarının imdadına, yardımına koşabilme çarelerini arıyorlar. Çoğu Osmanlı Ordusu içinde savaşa katılmaya, canını, malını, her şeyini Allah, vatan, din ve millet yolunda feda etmeye çoktan kararlı… Onların, dünyanın en gelişmiş silahlarına, en büyük ordularına karşı koyabilecek imkânları ve silahları yok. Ama olsun, çoğu eline birer sopa almış mitinge gelmiş, oradan da gönüllü yazıldığı Osmanlı Ordusunun savaştığı cephelerden birine gidecek. Gemileri çoktan yakmışlar, bu yoldan geri dönüş yok. Gayeleri ‘Ya şehit, ya gazi olmak!’. Ama şimdilik ilk hedefleri büyük bir miting yapmayı planladıkları karşı tepenin üzerindeki Mescid-i Aksâ’nın önü!

FOTOĞRAF 2. Kudüs mitinge çoktan hazır. Sokaklar, surlar, meydanlar, caddeler bayraklarla çiçeklerle donatılmış, süslenmiş. Mitinge katılacaklar büyük bir heyecanla, sevgi ve iştiyakla bekleniyor. Kucaklanmaya hazırlanıyor.

FOTOĞRAF 3. Zeytindağı ile Mescid-i Aksa arası epeyce uzun bir yol. Ama mitinge katılanlar ve onları karşılamaya gelenler için hiç de uzun değil. Binlerce katılımcıdan oluşan heyecanlı kalabalığın öncü grupları tekbirler, tehliller, sloganlarla kısa bir süre içerisinde iki tepe arasındaki vadiyi amışlar ve Mescid-i Aksa’yı kuşatan sur kapılarından birinin önüne gelmişler.

FOTOĞRAF 4. Zeytindağı’ndan yola çıkan kalabalığın kat kat fazlası yolları doldurmuş onları bekliyorlar. Caddeler, sokaklar, kortejin geçeceği yol kenarları, duvarların surların üzerleri hıncahınç insanlarla dolmuş. Herkes onları alkışlıyor, destekliyor, yol boyunca katılanlarla kalabalık gittikçe daha da büyüyor.

FOTOĞRAF 5. Sayıları bu kadar hızla artmasına, yollara, caddelere, sokaklara sığmaz hale gelmelerine rağmen yine de mitingciler hiçbir tatsızlığa ve taşkınlığa mahal verilmeden çok tertipli, düzenli ve vakarlı bir şekilde miting alanına doğru akıyorlar.

FOTOĞRAF 6. Mescid-i Aksa’nın önündeki miting meydanı. İnsanlar ellerinde Türk bayraklarıyla meydanı çoktan doldurmuşlar, hala meydana akanların gelip yerlerini almalarını, yapılacak konuşmaları dinlemeyi bekliyorlar.

FOTOĞRAF 7. Peki sonuç? Sonuç da bu final fotoğrafında… Yediden yetmişe denebilecek kadar farklı yaşlardan binlerce gönüllü Osmanlı Ordusuna asker yazılmış. Hangi cepheye gideceğini, kime karşı savaşacağını bilmiyorlar. Ama kimin yanında, kimlerle beraber ve niçin savaşacağını çok iyi biliyor. Ya şehit, ya gazi olmayı akıllarına koymuşlar. Fotoğraf karesi Osmanlı zabitlerinin askeri araç üzerinde denetledikleri gönüllülerin hepsini alamamış. Görüntüye gelebilenlerin büyük çoğunluğu daha çocuk… O kadar küçükler ki, tüfekleri bile onlardan çok büyük. Çoğunun elinde tüfeği de yok! Ellerindeki sopaları tüfek gibi tutup, selam durmuşlar. Bunlar oyuna, eğlenceye veya düğüne gitmiyorlar, savaşa, hem de sonunun ölüm olduğu açıkça belli ümitsiz bir savaşa gidiyorlar. Kimse bunları zorla da götürmüyor. Hepsi gönüllü… Ne onlarda, ne de onları arka tepelerden büyük bir sevgi, iftihar ve muhabbetle ,izleyen anne babalarında, kardeşlerinde, dedelerinde, ninelerinde en ufak bir kararsızlık ve pişmanlık emaresi görünmüyor. Aksine hepsi çok gururlular.

Dikkatle bakılırsa bu çocukların, Mavi Marmara gemisinde insanlıktan nasibi olmayan, gözü dönmüş İsrailli caniler tarafından, dördü kafasına olmak üzere bir karış mesafeden sıkılan altı kurşunla hunharca şehid edilen gencecik şehidimiz Furkan Doğan’dan çok daha küçük oldukları görülür. İçimizden bazılarının ‘Daha ondokuz yaşında gencecik çocuğun Gazze’ye yardım götüren gemide ne işi vardı?’ sorusuna cevaben sanki onlar lisan-ı halleriyle bizim burada ne işimiz varsa o kardeşimizin de o gemide o işi vardı diyor gibiler. Furkan Doğan kardeşimiz mazlum ve mağdur kardeşlerine insani yardım götürmek için yola çıkmıştı. İsrailli canilerin onu ve diğerlerini öldürmeleri gerekmiyordu. Dolayısıyla Furkan kardeşimizin yolculuğu aslında fazla bir ölüm riski taşımıyordu. Buna rağmen o caniler, bir gün herkesten daha çok yine kendilerine lazım olacak insanlığı öldürmek pahasına o gencecik kardeşimize ve bazı yoldaşlarına kurşun sıkarak şehid etmekten çekinmediler. Fotoğraftaki çocuklara gelince, onlar göz göre göre büyük bir dava ve ideal uğruna, hem de kendileri de bunu bile bile, isteye isteye savaşa yani ölüme gidiyorlar. Çoğunun ellerindeki tüfekler boylarından daha büyük! Hepsi de kefen giyemeyecek kadar küçükler! Buna rağmen şehadete talip olabilmek onları ne kadar da büyütmüş, ne kadar da yüceltmiş!

Bu fotoğraflar Halifenin Mukaddes Cihad çağrısına Kudüslülerin, Filistinlilerin nasıl büyük bir rağbet, ilgi ve itibar gösterdiklerinin canlı delilidir. Zeytindağı’ndan Mescid-i Aksaya yapılan bu büyük yürüyüş, Mescid-i Aksa’daki büyük mitingle şahlanmış, her yaştan gönüllülerin Osmanlı Ordusuna katılmasıyla devam etmiş, pek çoğu için bu yol Çanakkale’de veya başka cephelerde şahadetle tamamlanmıştır. Bu gönüllülerden kaçının sağ salim geri döndüğü, kaçının hangi cephelerde şehit düştüğü bilinmiyor. Geçenlerde basın yayın organlarına da yansıyan, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır’ın bir açıklamasına göre, Çanakkale Savaşlarına katılan bu Filistinli gönüllülerden beş yüzü, uğruna savaştıkları ve şehit düştükleri bu topraklarda Çanakkale’de huzur içinde yatıyorlar.

Filistin’li Müslüman gönüllüler her cephede ve özellikle Çanakkale’de Osmanlı Ordusundaki Türk kardeşleriyle savaşmak için can atarlarken öte yandan, Mısır’da başka bir hareketlilik yaşanıyordu. 1915’de Mısır’daki İngiliz Ordusu içinde, İrlandalı Yarbay John Henry Patterson komutasında, Yahudi gönüllülerden oluşan bir birlik oluşturulmuştu. Bu birlik iki bin yıldan beri hiçbir savaşa katılmamış olan Yahudilerin ilk kurdukları askeri birlikti. Siyon Katırcı Kuvveti (Zion Mule Corps) adını alan bu gönüllü birlik, Çanakkale’ye gelerek İngilizlerin yanında, Osmanlı Devletine karşı savaştı. Osmanlı Devletine ve Türklere karşı düşmanlık beslemeyen, hatta savaşta Türklerin safında savaşan Yahudiler de vardı. Ama esas etkinlik ve çoğunluk öbürlerindeydi.

Bu belge fotoğrafların pek çok kimseye benim bunlara bakıp görebildiklerimden, okuyabildiklerimden, anlayabildiklerimden ve burada anlatabildiklerimden çok daha fazla şeyler anlatabileceğine eminim. Bunu okuyucunun engin anlayış ve ferasetine barakarak, biz yine mukaddes cihad ilanının İslam dünyası üzerindeki etkilerine dönelim.

Anadolu’nun, Balkanların, Ortadoğunun Müslüman halkları arasında arasında asırlardan beri süregelen kader birliğinin de etkisiyle çok güçlü bir iman, inanç, fikir, ideal, kültür, gönül birliği, beraberliği, çok sağlam dostluk, kardeşlik ve bağlılık hisleri oluşmuştur. Zaman zaman bunu zedeyen, buna aykırı acı ve tatsız olaylar yaşansa da bunlar örneğin Müslüman Türk ve Filistin’in Müslüman Arap halkları arasındaki ortak ve güzel hisleri, duygu ve düşünceleri, sevgi ve bağlılığı, birlik ve beraberliği, olaylara bakış ve değerlendirme benzerliğini tamamen ortadan kaldırmaya, silip süpürmeye yetmemiştir. İyi ve güzel anılar, olaylar fazla anlatılmasa, söylenilmese, dillendirilmese, tarih kitaplarında yazılmasa, hatta maksatlı olarak bunlar çarpıtılsa, olumsuz ve kötü olaylar abartılarak dillendirilse de geniş halk yığınların bilinçaltında, yine de şaşılacak bir şekilde kin, nefret, düşmanlık duygularının değil, dostluk, kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularının daha fazla yerleşmiş olduğu ve kök saldığı görülecektir. Her iki tarafın Müslüman halkı da, özellikle dış güçlerin etkisiyle yaşanan bazı münferit olumsuz ve tatsız olayların yanlışlığını, bunlardan kat kat fazla güzel olaylar da yaşandığını, hataların, suçların düşmanlık sebebi yapılması yerine bunlardan ibret alınarak daha bilinçli, akıllı ve sağlam dostluklar kurulması gerektiğini o engin irfanları, basiretleri ve ferasetleriyle çok iyi bilirler. Hem de olumlu ve güzel örneklerin üstü örtülmeye, kapatılmaya çalışılmasına, hiç anlatılmamasına, söylenmemesine, dillendirilmemesine, hatta çarpıtılmasına, türlü yalanlar üretilmesine rağmen bilirler.

Bu belge fotoğraflar gibi fotoğraflanamamış, belgelenememiş olsa bile Halifenin cihad çağrısının ve Müslümanların başına gelen olayların, Filistin’in, Anadolu’nun veya dünyanın herhangi başka bir coğrafyasının Müslüman halkları üzerinde çok büyük etkiler uyandırdığında, bu felaketlerin ve acıların asırların birikimiyle oluşmuş ortak bilinci ve maşeri vicdanı canlandırıp harekete geçirdiğinde şüphe yoktur. Bunları dünyada neredeyse bilmeyen yok. Ama ne yazık ki, bizim gibi en çok bilmesi ve hiç unutmaması gerekenler, bunlardan habersiz ve gafil görünüyor. Gerçekleri gösteren bilgiler ve belgeler saklanıp, gizlenip unutturularak veya çarpıtılarak toplum yalanlarla, hikayelerle, masallarla avutulabiliyor ve uyutulabiliyor.

Filistin Davası veya sorunu bize, bizi hiç ilgilendirmeyen Araplarla Yahudiler arasındaki bölgesel bir sorun veya Arapların sorunu olarak gösterilmeye çalışılıyor. Halbuki basiretli bir bakış açısıyla doğru dürüst incelense, Filistin Davası’nın Araplardan önce bizim davamız olduğu, bu sorunun tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birini teşkil ettiği, Çanakkale Savaşlarından tutun da, Osmanlı devletinin yıkılmasına, birlik ve beraberliğimizin parçalanmasına, hatta her gün canımızı biraz daha fazla acıtan bugünkü terör olaylarına kadar neredeyse her olayın arkasında az veya çok bu bir izinin, bağlantısının ve rolünün olduğu, dünümüzü, bugünümüzü, yarınımızı, günlük yaşantımızı çok yakından ve derinden ilgilendirdiği ve etkilediği görülecektir. Dolayısıyla barış içinde, sağlam, mutlu, huzurlu ve güvenli bir gelecek umuyor, bekliyor ve istiyorsak, Filistin Davasını her yönüyle çok iyi bilmemiz ve olup bitenlerden dersler çıkarmamız, bundan sonra olabileceklere de hazırlanmamız gerekmektedir.

Maalesef bizler, özellikle de aydınlarımız çok uzun zamanlardan beri en önemli sorunları hakkında bile genel bir bilgisizliğin, cahilliğin, umursamazlığın girdabına sürüklenmiş bir toplum haline geldik. Daha da kötüsü belli maksatlarla özel olarak hazırlanmış, üretilmiş, yalan, yanlış, çarpıtılma bilgilere ve haberlerle kolaylıkla aldatılabiliyoruz, kandırılabiliyoruz, kafalarımız karıştırılabiliyor, Anadolu tabiriyle kulaklarımızdan zehirlenebiliyoruz. Özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşanan olaylar, Arap isyanı, Filistin sorunu, bu sorunun kökenleri, kaynağı, bizim için anlam ve önemi, 400 yıl yönettiğimiz geniş coğrafyaları niçin ve nasıl kaybettiğimiz gibi konular da bizim insanımızın en çok aldatıldığı, kafalarının en çok karıştırıldığı, çok az bilgiye sahip olduğu, bildiklerinin çoğu da yalan, yanlış, gerçek dışı veya çarpıtma hikâyelere, rivayetlere, söylencelere dayanan, yani kulağından en çok zehirlendiği konuların başında gelmektedir.

Kudüs’ü Terk Ettiğimiz Gün Yaşananlar

Gerçekleri arayan bilimsel bir merakla bir karşılaştırma yapılacak olsa, herhalde bizim yakın tarihimizin en doğru anlatımının resmi ve yazılı tarihte değil, o olayları bizzat yaşamış temiz Anadolu insanının ağzında, dilinde, gönlünde olduğu görülür. Eski kuşakların bizzat yaşadığı veya bizzat yaşamış büyüklerin yakın çevresine gözyaşları içinde anlatırken büyük bir ilgi ve duygusallıkla kulak verdikleri nice yaşanmış gerçek olaylar vardır ki, bunlar maşeri vicdanda diğer uydurma, yalan yanlış haberlerden, efsanelerden çok daha fazla yer edinirler ve çok daha geniş akisler uyandırırlar. Fakat ne yazık ki dilden dile anlatılan, gönülden gönüle aktarılan bu gerçek olaylardan pek çoğu kayda alınmadığı, yazıya geçirilmediği, belgelenemediği için unutulup gitmiş, bu önemli anılar günümüze kadar bile ulaşamamış, dolayısıyla gelecek nesillere aktarılması da imkansız hale gelmiştir. Müslümanlar arasındaki bağlılığı, sevgiyi, kardeşliği, birlik ve beraberliği en güzel şekilde ortaya koyan bu tür olaylar ve anlatımlar bizim basın yayın organlarımızda pek gündeme ve dile getirilmez, üzerinde fazlaca durulmaz, yorumlar yapılmaz. Hatta bazılarınca bunlar tabu sayıldığından bizim okumuş yazmış genç kuşaklarımızın, aydınlarımızın bunları duymaları ve bilmeleri hiç istenmez. Mukaddes Kudüs’ümüzü terk ettiğimiz, 9 Aralık 1917 günü yaşananlar da bu tür olaylardandır.

Biz, Kudüs’ten ve Filistin’den Araplarla savaşarak ve Araplar tarafından çıkarılmadık. Aksine bölgedeki yerli ve Arap halkın da büyük desteğine rağmen, hem Birinci Dünya Savaşını hem de hiç beklenmedik bir şekilde bu toprakları ve mukaddes Kudüs’ümüzü kaybettik. Bu kayba ve yenilgiye ne biz inanabilmiştik, ne de kaderlerini bizimkine bağlamış olan Filistinli Müslümanlar inanabilmişti. Bu yüzdün ordumuzun Kudüs’ü boşaltıp, İngilizlere terk ettiği gün öyle üzücü, acı, çarpıcı ve gönül yakıcı olaylar yaşandı ki anlatabilmek kabil değildir. O gün yaşananları ne bizzat yaşayanların, ne de onların dilinden dinleyenlerin bir daha unutabilmeleri mümkün değildir. Nitekim bu olaylar milletimizce de hiç unutulmamış, dile, gönülden gönüle aktarılarak bugüne kadar ulaşmıştır. Her iki halkın maşeri vicdanını oluşturan da aslında bu hatıralardır. Ben de bu olayları ve hatıraları anlatanlardan büyük bir ilgiyle ve merakla dinlerdim ama okumuş yazmış biri olarak elde somut belge olmadığı için, bunları biraz halk efsanelerine, masallarına ve destanlarına benzetir, popüler söylemlere ve resmi tarihe pek uymadığı için de başkalarına anlatmakta ve nakletmekte oldukça çekingen davranırdım. Fakat yukarıda bilgilerinize sunduğum fotoğrafları görünce bu anlatılanların, söylenenlerin aslında çok az ve yetersiz kalmış olabileceğini bile düşünerek burada nakletmeyi uygun buldum.

O günü yaşayan büyüklerimizin anlattığına göre, o gün çok acı bir gündü. Manzara, kıyamet sahnesini andırıyordu. Gözyaşları sel olmuş akıyordu. Yalnız biz değil, asırlarca bir ve beraber yaşadığımız onbinler de bizimle beraber ağlıyor, hatta bizden daha çok acı çekiyor, gözyaşı döküyordu. Müslüman Arapların çoğu, Kudüs’ü niçin terk ettiğimize, niçin hem de Hıristiyanlara teslim etmek üzere boşalttığımıza, kendilerini niye böyle yüzüstü bırakıp gittiğimize bir anlam veremiyorlardı. Her tarafta büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik hâkimdi. Askerlerimizi uğurlamaya gelen genç kızlar ve kadınlar, hazırladıkları yol azıklarını Mehmetçiğe getirip verirlerken, yeri göğü inleten feryatları da yürekleri parçalıyordu. İçlerinden bazıları askerlerimize, komutanlarımıza:

– Bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz? Ne olur bizi böyle çaresiz, kimsiz, kimsesiz, savunmasız, bırakıp da gitmeyin! Bizi düşmana terk etmeyin! İçimizdeki hainleri ve zalimleri sevindirmeyin! İllâ gitmeniz gerekiyorsa bari bizi öldürün de öyle gidin! Kanımız size helal, canımız yolunuza kurban olsun! diye yalvarıyorlardı.

– Eyvahlar olsun! Bu günleri de mi görecektik!

– Aman Allahım! Bu ne kadar kara bir gün böyle! Keşke bu kara günleri hiç görmeseydim! Ya anam beni hiç doğurmasaydı, ya da Allah canımı şimdiye kadar almış olsaydı!

– Eyvah ki eyvah! Gidiyor, dinimizin, imanımızın bekçileri! Gidiyor,

ırzımızın namusumuzun bekçileri! Gidiyor, canımızın malımızın bekçileri! Gidiyor, vatanımızın, kutsal beldemizin, haremimizin, harimimizin bekçileri!

– Allahım sen bize acı! Vay başımıza gelenlere vay! gibi ve daha nice feryatlar ve figanlar birbirine karışıyor, yeri göğü inletiyordu.

Elbette bu arada ortalıkta milletimizin, memleketimizin, vatanımızın, dinimizin, imanımızın uğradığı felaketleri hiç umursamayan, hatta bunun fırsatçılığı peşinde koşan hainler ve işbirlikçiler de yok değildi. Üstelik bunlardan çoğu o zamana kadar gizledikleri çirkin yüzlerini ve hainliklerini artık gizlemeye de gerek görmüyorlar, diğerlerine:

– Amma da Türk meraklısıymışsınız ha! Bize ne onlardan?

– Size ne oluyor, canım? Bırakın, varsınlar, gitsinler!

– Gitsinler de kurtulalım şunlardan! Herkesin var, bizim de artık ayrı bir milletimiz, ayrı bir devletimiz olur. Fena mı?

– Yetmedi mi Türklerin bizi şimdiye kadar sömürdükleri? şeklinde laflar atanlar, bunun başlarına getireceği büyük felaketlerden habersiz sevinç gösterilerinde bulunanlar da eksik değildi. Ama berikiler hemen:

– Yazıklar olsun size! Sizin yüzünüzden varlığımız, birliğimiz, dirliğimiz dağıldı! Bunun vebalinden nasıl kurtulacaksınız?

– Türkler gidince, onların arkasından kimlerin ve başımıza nelerin gelebileceğini düşünmüyor musunuz?

– Ayrılıktan ne zaman birlik, ne zaman bir fayda doğmuş ki, şimdi doğacak? Bundan sonra, bizim için hiç bir şey eskisinden daha iyi olmaz, hep daha kötü olur!

– Bu felaket, kötü günlerin sonu değil, başlangıcı olacak! Bu yangın yerinde artık hiçbir güzellik yeşermez!

– Allahım! Çaresiziz! Sen içimizdeki hainler, ahmaklar, alçaklar yüzünden bizleri helak eyleme! Bize hayır kapıları aç!’ diyerek bir yandan bu büyük dertlerine yanıyorlar, bir yandan da bu gafillere ve ahmaklara laf yetiştirmeye çalışıyorlar, onları yanlışlarının farkına varmaya, uyanmaya, akıl ve iz’an yoluna çağırıyorlardı.

Bunlar, bir zamanlar yaşanmış, olmuş bitmiş olaylardır. Ama geçmişte yaşanan olaylar, ister olumsuz ve kötü olsun, ister iyi, güzel, hoş şeyler olsun, ne kadar dillendirilmese hatta unutturmaya çalışılsa da yine de bir şekilde geniş kesimlerin vicdanına akseder ve milli şuurda, bilinçaltında bir daha silinmeyecek kalıcı izler bırakır. Millet bunları zaman zaman eleyip harmanlayarak yeniden değerlendirir, hiç umulmadık bir şekilde bunlar kararlara, fikir ve davranışlara yansır, onlara kimlik ve kişilik kazandıran bir kültür haline gelir.

Ortak Bilinç

Tarihte yaşanmış nice olayların millete doğru dürüst anlatılmamasına, gerçeklerin saklanmaya, unutturulmaya çalışılmasına, hatta olduğundan daha farklı, bazen tersini çağrıştıracak şekilde anlatılmasına, milletin gönlünün ve kafasının uydurma hikâyelerle, masallarla, rivayetlerle bu kadar çok bulandırılmasına rağmen, milletin o engin ferasetiyle gerçeklerin çok ilginç ve şaşırtıcı bir şekilde farkına varabilmesi, olayları olağanüstü yüksek bir bilinçle değerlendirebilmesi de bundan kaynaklanmaktadır. Köprülerin altından çok sular geçmiş, çok şeyler değişmiş olmasına rağmen aynı coğrafyalarda aynı bilincin yine de bir şekilde yaşadığına çok tanık olmuşumdur.

Demek ki her nasılsa üstün ve doğru bir bilinç akışı her şeye rağmen bir mecra bulup devirden devre ve nesilden nesile akabiliyor, milletin maşeri vicdanını ve bilinçaltını besleyebiliyor, bazı insanların olaylar karşısında hiç umulmadık ve beklenmedik sağlam duruşlar ve tavırlar sergilemesini sağlayabiliyor. Milletimiz de dünyanın her yerindeki Müslüman kardeşlerinin ortak inanç ve fikirleri, davaları ve çıkarları için katlandıkları fedakârlıkları, çileleri, sıkıntıları, bunların nedenini, nasılını, niçinini herkesin kolay kolay bilemeyeceği, tarifi ve tanımı imkânsız bir bilinçle hep bilmiş, bu bilinç hiç umulmadık beklenmedik durumlarda ve zamanlarda ve hiç umulmadık şekillerde kendini ortaya koymuştur. Bu hem geleceğe umutla bakabilmenin bir güvencesi, hem de büyük millet olabilmenin bir göstergesidir.

Türk insanı, âlim olmasa da ariftir; okuma yazma bilmese de çok sağlam bir irfana sahiptir. Tarih boyunca aydınlarının ve yöneticilerinin ihanetlerini, basiretsizliklerini, aptallıklarını, ahmaklıklarını göre göre, bunların ağır bedellerini ödeye ödeye akıllanan, daha da akıllanmak zorunda olan bir millettir. Bu durum onları olayları aydınlarından çok daha iyi ve doğru analiz edebilecek, onlardan çok daha sağlam ve yararlı sonuçlar çıkarabilecek bir hale getirmiştir. Nitekim Türkiye’de geniş halk yığınlarının Araplara, Filistin halkına, Filistin ve Kudüs davasına bakışı ve değerlendirmeleri ile aydınların bakışı ve değerlendirmeleri arasında çok büyük uçurumlar ve farklar göze çarpar. Aydınlarımızın çalıp söylediği havalar ile halkımızın çalıp söylediği havalar, bu konuda da birbirine uymamakta, benzememekte, arada çok büyük farklılıklar, zıtlıklar göze çarpmaktadır.

Türk milleti hainleri ve yapılan hainlikleri unutmadığı gibi, fedakârları, fedakârlıkları ve iyilikleri de asla unutmaz. Dolayısıyla kendisiyle aynı kaderi paylaşmış, asırlarca kederde, kıvançta ortak olmuş, aynı düşmanlara karşı sayısız cephede omuz omuza savaşmış kardeşlerini unutmak, onların varlığını görmezden gelmek, fedakârlarını ve fedakârlıklarını bir kalemde silip atarak hepsini hain ve düşman görmek Türk milletinin özüne, cevherine uyan, yakışan ve yaraşan bir davranış değildir. Bu nedenledir ki, ne zaman Filistin, Gazze veya Kudüs için bir miting, yürüyüş, konferans, sempozyum, yardım ve destek çağrısı gibi bir etkinlik söz konusu olsa, bizim insanımız kimin düzenlediğine, nerede, ne zaman ve niçin düzenlendiğine bile bakmadan, sorgulamadan hemen olağanüstü bir rağbet ve ilgi gösterir, büyük kalabalıklarla meydanları, salonları kısa zamanda doldurduverir. Bazılarına çok aşırı, yersiz ve gereksiz gelebilecek büyük tepkiler ortaya koyar. Başka etkinlikler için bu kadar kısa bir zamanda bu kadar büyük kalabalıkları, bu kadar sık bir araya getirebilmek pek mümkün olmaz. Bunun temelinde işte bu belgesel fotoğraflara da yansıyan duygusal faktörlerin ve büyük bilincin yattığında, bu yaşanmış güzel anıların önemli bir yerinin ve rolünün bulunduğunda şüphe yoktur.

İslam dünyasında milletine yabancılaşmış aydınların, ilim ve fikir adamlarının milletin özüne, ruhuna, kültürüne, inanç ve düşüncelerine, milli değerlerine, ortak akla ve maşeri vicdana aykırı, gerçeklerle de bağdaşmayan anlatımları, yorumları, çıkarsamaları, değerlendirmeleri, fikir ve düşünceleri aydınlarla geniş halk yığınları arasında kopmalara, soğumalara, uzaklaşmalara ve yabancılaşmalara sebep olmaktadır. Örneğin, bizim aydınlarımız, yazarçizer takımımız yıllardan beri bize sürekli olarak suni bir Müslüman ve Arap düşmanlığı empoze etmeye, Arapların ne kadar hain ve güvenilmez olduğunu, bize ihanet edip bizi arkadan vurduklarını ispata çalışırlar. Bu konuda gerçek sebepleri araştırılmamış, tek taraflı, yalan yanlış, münferit olaylara ve yüzeysel bilgilere dayanan, büyük çoğunluğu olaylarla, gerçeklerle bağdaşmayan temelsiz dayanaksız büyük bir literatür oluşmuştur. Eğer bunları okuyan, dinleyen her Türk bunlara inanmış olsaydı, bütün Türklerin Arapların ne kadar hain ve alçak mahlûklar olduğuna inanması ve Araplara karşı çok büyük bir düşmanlık geliştirmesi gerekirdi. Bunların belli kesimler üzerinde az veya çok olumsuz etkileri olmakla beraber, yine de o kadar çok çalışılmasına, uğraşılıp didinilmesine rağmen, Müslüman Türk halkının büyük çoğunluğunun gönlünde istenen ölçüde bir Arap ve Müslüman düşmanlığı, kini, nefreti oluşturulamamıştır. Aynı şey Müslüman Araplar için de geçerlidir. Aynı güçler ve çevreler tarafından hazırlanıp servis edilen, Türklerin onları asırlarca sömürdüğü, geri bıraktığı, aşağıladığı gibi hikâyelerle, masallarla, söylencelerle onlarda çok büyük bir Türk düşmanlığı geliştirilmesine çalışılmasına rağmen yine de istenildiği ölçüde başarılı olunamamıştır.

En önemli sebep olmasa da, Batıların ve Siyonistlerin kışkırtmalarıyla Arap dünyasında çıkarılan yerel isyanların, özellikle aydın kesimin gönüllerinde ve kafalarında oluşturulan ayrılıkçı fikirlerin, fikir ve düşünce farklılıklarının da asırlardır durumu zaten sallantıda olan Osmanlı Devletinin yıkılmasında belli bir rolünün bulunduğu inkar edilemez. Fakat geniş halk yığınlarının gelişmelerden ve bu oluşumlardan hiç de hoşnut ve razı olmadığı da bir gerçektir. Batılıların piyonu ve temsilcileri durumundaki yöneticiler Osmanlılara ve Türklere ne kadar düşman olsalar, medya, basın yayın organları, kitaplar, gazeteler, dergiler, ne kadar çok Türk ve Osmanlı düşmanlığı üretmeye, yaymaya, pompalamaya, körüklemeye çalışsalar da, geniş halk kitlelerinin Osmanlı’ya ve Türklere olumlu bakışını, sevgi, saygı ve bağlılığını tamamen silememiş, yok edememişlerdir. Örneğin, Arapların yaşadığı eski Osmanlı coğrafyası üzerinde bugün yirmiden fazla cetvelle çizilmiş suni sınırlarla birbirinden ayrılmış ve kopartılmış uyduruk Arap devleti vardır. Fakat işin ilginç ve garip tarafı, bu uyduruk Arap devletlerinden benim bildiğim hiç birinin bir Osmanlı’dan kurtuluş ve bağımsızlık bayramları yoktur. Bunun en önemli nedeni de böyle bir bayramı coşkuyla kutlayacak yeterli halk ve millet desteğinin bulunmamasıdır. Müslüman Arapların sessiz ve büyük çoğunluğu, hala Osmanlıların ve Türklerin bu topraklardan ayrılmasını, kutlanması gereken mutlu bir olay olarak değil, büyük bir felaket, musibet ve acı bir gün olarak görmektedirler. Bunun nedenlerini herhalde, ortak hatıraların, inançların, yaşanan güzel olayların ruhlarda bıraktığı derin izlerde ve sözlü halk kültürünün Batıcı aydınlarının yazılı kültürüne baskın çıkmasında, aramak gerekir. Çünkü geniş halk kitleleri arasında yalnız olumsuz, tatsız ve acı olaylar değil, belki onlardan daha fazla güzel anılar, hatıralar, olaylar, ortak paydalar, inançlar, duygu ve düşünceler de hala yaşamakta, dillendirilmekte, anlatılmakta, konuşulmakta, dinlenmekte, üstelik bunlar halka daha inandırıcı geldiği gibi, gönüllerde de daha fazla yankılar uyandırmaktadır.

Başkentini Hala İstanbul Gören Suriyeli Kadın

Rahmetli Hocam Ali Yakup Cenkçiler’i de anmaya vesile olacağı için bu tür anılarımdan birini de buraya almak istiyorum.

Ali Yakup Hocam, her zaman bütün dünyada Avrupalıların, Afrikalıların, batılıların ve doğuluların gözünde ve dilinde Türklükle Müslümanlığın aynı anlama geldiğini, Balkanlı, Arap veya Hicaz’lı bir Müslümanın bile kendini en az bir Arap, bir Arnavut, Boşnak vs gördüğü kadar hatta daha da fazla bir Türk olarak gördüğünü anlatırdı. Hatta zaman zaman bu anlayışın değişmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirmek için:

  • Azizim! Ben Kosova’da Türk idim, buraya geldim beni Arnavut ettiler!’

gibi sözlerle yakındığı da olurdu. Balkanlarda ister Sırp, ister Hırvat, ister Arnavut, ister Yunan, ister Bulgar, ister Makedon vs olsun Müslüman olan herkese Türk denirmiş.

Ali Yakup Hocam’ın bu tür sohbetlerinden birinde eğitimini İstanbul’da tamamlamış, Suriye asıllı bir Arap olan Doktor Fazıl Bey de vardı. Hoca’nın bu sözleri özellikle onun çok dikkatini çekmiş, onu çok şaşırtmış, duygulandırmış, sarsmış, üzerinde ilk bakışta kolayca hissedilebilecek etkiler uyandırmıştı. Bu duygusallığının ve şaşkınlığının sebebini yine kendisi anlattı. Meğer Hoca’nın bu sözleri, ona annesiyle ilgili o zamana kadar hiç unutamadığı, ama bir türlü de doğru dürüst anlamlandıramadığı, bir yere oturtamadığı bir anısını hatırlatmış.

Doktor Fazıl Bey, liseyi bitirince eğitimine yurt dışında devam etmek istiyormuş. Bu amaçla sınavlara girmiş, fakat aldığı notlar ancak İstanbul’da okuyabilmesine yetiyormuş. O, ‘Keşke biraz daha çalışsam da, daha yüksek puanlar alsam, Avrupa’da veya Amerika’da okuyabilseydim!’ diye düşünerek eve gelmiş. Ama oğlunun İstanbul’da okuyacağını duyan anne bu habere öyle sevinmiş, öyle sevinmiş ki Fazıl Bey hayretler içinde kalmış. Genç Fazıl, annesinin o zamana kadar böyle sevindiğini ve böyle mutlu olduğunu hiç görmemiş. Kadıncağız gözyaşları içinde oğluna sarılmış, onu defalarca öpmüş, tebrik etmiş. Sonra evde duramamış hemen alelacele üstünü giyinip dışarı çıkmış, sevdiği komşularını dolaşarak mutluluğunu da paylaşmak istemiş. Daha kapıdan girer girmez komşularına, ağzı kulaklarında, sevinçten etekleri zil çalarcasına:

– Komşular! Duyduğunuz mu? Benim oğlum imtihan kazanmış! Başkentimizde, Payitahtımızda, Asitane’de, Dersaadet’te okuyacakmış! diye sesleniyor, sevincine onları da ortak etmeye çalışıyormuş. Ne olduğunu tam olarak anlayamayan, ‘başkentte okuyacak’ lafını duyan komşuları da doğal olarak, kadıncağızın oğlunun Şam’da okumak üzere sınav kazandığını düşünüyorlarmış. Ama bunu hayırlamak için:

  • Hayırlı olsun, teyze! Demek Oğlun Şam’da okuyacak öyle mi? diye sorunca aldıkları cevap, oğlu dâhil herkesi şaşırtıyormuş:
  • Yok canım, ne Şam’ı! Şam da ne oluyor? Benim oğlum İstanbul’da okuyacak, İstanbul’da!… Ben size Payitaht diyorum, Asitane diyorum, Dersaadet diyorum siz bana Şam diyorsunuz. Şam’da okuyacak olsa ben hiç bu kadar sevinir miydim? Deli miyim ben?
  • Ama teyze, bizim başkentimiz artık İstanbul değil ki! İstanbul’un eskiden bizim başkentimizmiş. Bizim şimdiki başkentimiz Şam!
  • Siz öyle bilin! Varsın sizin başkentiniz Şam olsun! Ama benim başkentim hala İstanbul! Dün İstanbul’du, bugün İstanbul ve her zaman da İstanbul olacak! İstanbul varken, Şam’dan başkent mi olur? Ben, oğlumun okumasından çok, İstanbul’da okuyacağına seviniyorum. Keşke Allah nasip etse de dünya gözüyle ben de İstanbul’u bir görebilseydim!

İstanbul’da okuyacağı için, annesinin bu kadar çok sevinmesine, mutlu olmasına, oğluyla iftihar etmesine o zamanlar genç bir öğrenci olan Fazıl Bey pek bir anlam verememiş, bazılarının bunu annesinin cahilliğine bağlamalarına da epeyce içerlemiş. Ama ne kadar uğraştıysa, annesine Suriye’nin başkentinin İstanbul değil, Şam olduğunu da bir türlü öğretememişti. Annesi yine de: ‘Suriye’nin başkenti Şam olabilir, ama benim başkentim İstanbul!’ diyor başka bir şey demiyormuş. Şimdi Hoca’yı dinledikten sonra ona çok garip, anlamsız ve aşırı gelen bu sevinç ve mutluluğun ve yaşlı kadının İstanbul’dan başka başkent tanımamasının nedenini daha iyi anlayabilmişti.

PORTRELER

Çoğukimselerce pek uyulmaya, rağbet edilmeye layık bir çağrı olarak görülmeyen Sultan V. Mehmed Reşad’ın Halife sıfatıyla yaptığı Mukaddes Cihad Çağrısının İslam âleminde yine de bu kadar fazla rağbet ve ilgi görmesi, bu kadar fazla uyulması İngilizler dâhil çoğu kimselerin garibine gitmişti. Sahi acaba bu ilginin ve rağbetin sebebi neydi? Bunun nedenlerini bu çağrıya uyanların ve bu yolda olağanüstü fedakarlıklar gösterenlerin psikolojilerinde, ruh hallerinde, fikir, inanç ve düşüncelerinde aramak en doğru ve isabetli yöntem olacaktır. Tabii bunların hepsini arayıp bulmak, bu çağrıya uyma sebeplerini onlardan sorup soruşturmak bugün için imkânsız bir şeydir. Ama ben bunlardan biri olan Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni’yi ve onun çok ilginç görüşlerini Rahmetli Hocam Ali Yakup Cenkçiler’den dinleme şansına sahip olabilmiştim. Bunları burada okuyucuyla paylaşmak yararlı olabilir diye düşünüyorum.

Ali Yakup Hocam, Emin el-Hüseyni’yi, onun İkinci Dünya savaşından sonra geldiği ve uzunca bir süre kaldığı Kahire’de yakinen görmüş, tanımış, konuşmuş ve sohbetlerinden istifade etmiş. Aynı dönemlerde Kahire’de bulunan Rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralarında da beraberce iştirak ettikleri bu görüşmelere ve sohbetlere uzun uzadıya yer verilmektedir. Ali Yakup Hocam, daha önceden gıyaben tanıyıp sevdiği, bu büyük dava adamını yakından görüp tanıyınca ona karşı duyduğu gıyabi sevgi, saygı, muhabbet ve dostluğun kat kat arttığını söylerdi. Hele onun olaylara bakışındaki, tespitlerindeki, tahlillerindeki, değerlendirmelerindeki, fikir ve düşüncelerindeki berraklığa, doğruluğa, isabete, inancı uğrunda verdiği büyük mücadeleye hayran kaldığını anlatırdı. İlk defa onun ağzından dinlediği, çok değerlerli, çok ilginç, çok faydalı bilgilere, fikirlere, düşüncelere sahip olduğunu, bunların o zamana kadar kendisinin başka hiç kimseden ve hiçbir kitaptan okumadığı şeyler olduğunu anlatırdı. Bunlardan bir kısmını burada da zikretmek, Halifenin Kutsal Cihad ilanına neden beklenenden fazla ilgi ve rağbet olduğunu ve uyulduğunu, ilgi gösterenlerin niçin ilgi gösterdiğini, ilgi göstermeyenlerin de niçin ilgi göstermediklerini anlamamıza yararı olacaktır.

Filistin Başmüftüsü Emin el-Hüseynî Kimdir?

(Doğumu: 1895/1897, Kudüs – Ölümü: 4 Temmuz 1974, Beyrut, Lübnan)

Çanakkale Savaşlarına katılan Filistin’li gönüllülerden biri de daha sonra Siyonizm’e ve Filistin topraklarının işgaline karşı ilk mücadele bayrağını açan, ilk sivil ve askeri teşkilatları kuran, Filistin Ulusal Hareketi’nin kurucusu ve başlatıcısı Filistin Başmüftüsü Emin El-Hüseynî idi.

Emin el-Hüseyni, Filistin’in en etkili, en eski ve en köklü ailelerinden biri olan Hüseyni ailesindendi. Peygamber soyundandı. Ailesinin kökleri Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın oğulları Hz. Hüseyin üzerinden Peygamberimize dayanıyordu. Hüseyni ailesi, tarih boyunca her zaman Osmanlı Devleti ve hükümetiyle beraber çalışmış, ayrılıkçı, bölücü, parçalayıcı eylem ve davranışların her türlüsüne, özellikle de Filistin ve Arap dünyasının Osmanlılardan koparılmasına her zaman karşı çıkmıştır. 1517’den 1917’ye kadar Filistin’i idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin’in yönetiminde ‘Emin’ unvanını tam anlamıyla hak eden Hüseyni ailesinden geniş ölçüde yararlanmıştır.

Ailenin pek çok üyesi 1876’dan itibaren kurulan Osmanlı Meclis-i Mebusanlarında da mebus olarak bölgelerini temsil etmişlerdir.

Bu köklü ailenin en tanınmış üyelerinden biri olan Hacı Emin el-Hüseyni, 1895 veya 1897’de Kudüs’te doğdu. Emin El-Hüseyni, I. Dünya Savaşı başlayınca eğitimini yarıda kesip gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katıldığında daha onsekiz ondokuz yaşlarında bir gençti. Çanakkale’de savaştı, Osmanlı Ordusunda topçu subayı oldu. Savaşın ardından da İstabul’a geçerek, “Teşkilâtı Mahsûsa”ya girdi.

1917’de Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesi üzerine, onlarla ve Siyonistlerle mücadele için Filistin’e döndü. Irkçı ve aşırı milliyetçi akımların etkisiyle Osmanlı Devletinden ayrılmak arzusuna ve bağımsızlık sevdasına kapılan Arap gençlerine ve sözde aydınlarına karşı da büyük mücadeleler verdi. Onlara yaptıklarının çok yanlış olduğunu, bunun sonunun hem Osmanlılar, hem Araplar, hem de bütün Müslümanlar için çok büyük felaketlere varacağını anlatmaya çalıştı.

Ömrünü Filistin davasına adamış büyük bir dava ve mücadele adamı, büyük bir mücahit ve halk kahramanı olan Emin el-Hüseyni’nin çok çileli, çok zor ve ibret dolu bir hayat hikâyesi vardır. Hacı Emin el-Hüseyni vatanını kurtarabilmek için ömrü boyunca yapabileceği her şeyi fazlasıyla yapmış, bütün İslam dünyasını ve Arapları bu dava için ayağa kaldırmaya çalışmış büyük bir dava adamıydı. Filistin davasını mahalli bir dava olmaktan çıkararak ona uluslar arası bir mahiyet kazandırmış, bütün insani ve İslami değerleri, vatanseverlik, milliyetperverlik, hak ve hakikat sevgisi gibi insanları heyecanlandırabilecek ne kadar sevgi varsa hepsini Filistin davası lehine harekete geçirebilmiştir.

İngilizlerin Filistin’i işgal ettiği 1917 yılından itibaren, işgale, o topraklara Yahudi göçmen yerleştirilerek yerli halkın yerinden yurdundan sürülmesi politikasına şiddetle karşı çıktı. İdamla yargılandı, hapis cezalarına çarptırıldı, sürgünlerde yaşadı ama davasından hiç dönmedi. Filistin toplumunun bütün unsurlarını İngiliz yönetimine ve Siyonizme karşı birleştirmeyi başardı. Yahudilerin ve İngilizlerin Filistinliler arasına ayrılık, ihtilaf ve nifak sokma çabalarını boşa çıkardı. Onun öncülüğünde 15 Nisan 1936’da başlayan ve altı ay süren genel grevlerle İngilizleri çok zor durumda bıraktı. İngilizler, isyanı sona erdirmek için Yahudi göçünü durdurma sözü verdiler ama bu sözlerinde durmadılar. Bu yüzden İngilizlerle arası daha da bozuldu ve İngilizler onun dini liderliğini tanımadıklarını ilan ettiler. 1937‘de Lübnan‘a geçeerek hareketi Lübnan dağlarında kurduğu karargâhından idare etmeye başladı.

Müslümanlara karşı Yahudi ve İngiliz katliamlarının, baskı ve zulümlerinin gittikçe artması, Filistin toprakları üzerinde İngiliz desteğiyle adım adım bir Yahudi devleti kurulması sürecinin adım adım işletilmesi Filistinlilerde ve Emin El-Hüseyni’de büyük bir infiale sebep olmuştu. Bu politikalar ve uygulamalar onları ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ düşüncesiyle Almanlara ve Hitler’e yaklaştırdı. Emin El-Hüseyni, İngilizlerin Yahudi yanlısı politikalarına karşı, Almanlarla işbirliği çarelerini aramaya başladı. 1941‘de Berlin’e giderek Adolf Hitler’le üç defa yüz yüze görüştü. İngilizleri ve Yahudileri Filistin’den atmak için Hitler’den destek istedi.

Almanya, 1945‘te II. Dünya Savaşı’nı kaybedince, Emin El-Hüseyni Berlin’i terk edip, İsviçre‘ye geçti, fakat burada tutuklandı. Fransa’ya götürülerek, ev hapsine alındı. Siyonistlere teslim edileceğini anlayınca, buradan kaçıp, Kahire‘ye geldi. Nazi avcısı Siyonist gruplar, İngiliz hükümetine başvurarak, savaş suçlusu olarak yargılamak üzere Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin kendilerine verilmesini istediler. Ancak İngilizler, kendi kontrolleri altındaki Mısır ve Filistin’de çok sevilen ve sayılan böyle karizmatik bir liderin Yahudilere teslim edilmesinin doğurabileceği sonuçlardan, ortaya çıkabilecek büyük kargaşa ve kaostan korktukları için bu başvuruyu reddetmek zorunda kaldılar.

Emin el- Hüseyni, İsrail devletinin kuruluşunun ilan edildiği 1948 yılına kadar 30 yıl boyunca Filistinlilerin tek lideri oldu. 1948‘de İsrail devleti kurulunca o da Gazze Şeridinde Filistin hükümetini kurduğunu ve hükümet başkanı olduğunu ilan etti. Fakat bu hükümet, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan dışında hiçbir ülke tarafından tanınmadı.

İsrail’in kurulması, sadece Siyonist terör örgütlerinin yalnız başlarına başarabildikleri bir iş değildir. Asırlardır üzerinde çalışılan ve elli yıldan beri de bütün emperyalist güçlerin uygulamak ve hayata geçirmek için Siyonist terör örgütlerine verdikleri doğrudan veya dolaylı desteklerle gerçekleşmiş planların sonucudur.

Hayatı İslam ve Filistin davası uğrunda mücadelelerle geçen Emin el Hüseyni, 1974 yılında Beyrut’ta bu fani dünyadan baki âleme göçtü. Kudüs’e gömülme vasiyeti, İsrail tarafından reddedildi. Büyük bir lider ve büyük bir mücadele adamı olan Emin el-Hüseyni, vatanını kurtarmak için çok çalıştı. Bütün dünyanın dikkatini Filistin davasına çekmeyi, bu davayı mahalli bir dava olmaktan çıkarıp âlemşümul bir dava haline getirmeyi başardı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duyarsız bir hale gelmiş olan Arap ve İslam dünyasını, yöneticilerin pasifliğine ve vurdumduymazlığına rağmen, Kudüs ve Filistin davası için yeniden ayağa kaldırabildi. Müslüman Araplardaki artık kaybolmaya yüz tutmuş vatanseverlik, milletseverlik, hakikatseverlik gibi duyguları yeniden canlandırdı, onlara yeniden ruh ve heyecan aşılamaya çalıştı. Bütün İslam dünyasında kendisi ve Filistin davası lehine bir sevgi çemberi oluşturabildi.

Filistin Başmüftüsü Emin el-Hüseyni’yi kısaca tanıdıktan sonra şimdi onun inanç, fikir ve düşünce dünyasının kapılarını aralamaya başlayabiliriz. İsterseniz önce İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Berlin’e, onun Hitler’le yaptığı görüşmelere kadar uzanalım, kendi ifadelerinden ve Hitler’e söylediği sözlerden onun Türk milletine bakışını anlamaya çalışalım.

Emin El-Hüseyni – Hitler Görüşmesi

Hitlerle yaptığı görüşmelerden birinde Hitler Emin el-Hüseyni’ye sorar:

– Osmanlı yönetimi ile İngiliz yönetimi arasında ne fark var?’

Emin el-Hüseyni de Hitler’e çok büyük bir duygusallık ve heyecan içinde Osmanlının, Osmanlı yönetiminin ve Türklerin üstünlüklerini anlatmaya başlar. Hatta bir ara o kadar duygulanır ki, gözlerinin yaşarmasına da engel olamaz. Bu durumu fark eden ve onun bu kadar duygulanmasına bir anlam veremeyen Hitler:

– Ne oldu? Yoksa sizin ecdadınız da Türk müydü?’ diye sormadan edemez. Emin el-Hüseynî ise bu soruya karşı ona şu cevabı verir:

– Hayır, benim ecdadım Türk değildir. Fakat ben bu milleti, kendi

ecdadımdan bile daha fazla severim. Neden derseniz; eğer Osmanlı olmasaydı, İngilizler ve diğerleri, hiç kuşkusuz beşyüz sene önce bütün İslam coğrafyasını ele geçirmiş olurdu. Dolayısıyla eğer Osmanlı olmasaydı, Endülüs’ün başına gelen hazin akıbet, bütün Arapların ve Arap ülkelerinin de başına gelirdi. Ben Türkleri ve Osmanlıları, dinimin, imanımın, ırzımın, namusumun, onurumun, şerefimin hâmisi, koruyucusu, savunucusu oldukları için çok severim. Onlara büyük minnet ve şükran duyarım. Fakat ne yazık ki bizler, hayırsız evlat çıktık. Ama onlar yine de hayırsız evladına bakan, onu kaldırıp atamayan her baba gibi bize bakmaya çalıştılar. Arap dünyasından bir kuruş bile menfaatleri, faydaları, hayırları olmadığı halde, özellikle Hicaz’a asırlar boyu hizmet götürdüler. Zaten bizler, o nimetin kadrini bilemediğimiz, nankörlük ettiğimiz için başımıza bugünkü belalar geldi. Kim bilir bundan sonra daha neler gelecek?

Bu anlayışta olan birinin Türkiye’nin ve Türk milletinin bu kadar büyük bir tehlike altında olduğu bir durumda hareketsiz kalması düşünülebilir mi? Emin el-Hüseyni resmi bir cihad çağrısı olmasa bile Müslüman Türk kardeşlerinin yardımına koşmadan duramayacak birisiydi.

Emin el-Hüseyni’nin Türk Dostluğu

Filistin halkının milli kahramanı olan Emin el-Hüseyni Türk Milletini çok severmiş. O, büyük bir Türk dostu, ayrıca tam bir Osmanlı beyefendisiymiş. Kendisini her Türk’ten daha fazla Türk sayarmış. Osmanlı’nın kadri ve kıymeti bilinmemiş büyük, şerefli, onurlu, mağdur ve mazlum bir devlet, Sultan Abdülhamid’in de iftiralara uğramış masum bir padişah olduğuna inanır, bu görüş ve kanaatlerini her yerde, her zaman ve herkese karşı açıkça ifade etmekten çekinmezmiş. Emin el-Hüseynî, Türk Milleti için sürekli dua eder ve ne olursa olsun Türk milletinin geleceğine ilişkin sürekli iyi ve büyük umutlar besler ve şöyle dermiş:

– Türkiye ve Türkler, her zaman, her işte Müslümanlara lider, önder ve örnek

olmuşlardır. İyi ve güzel işlerde örnek ve önder oldukları gibi, asırlardır sürüp gelen bozulma ve dejenerasyonda da İslam dünyasına onlar öncülük ettiler, örnek oldular. Maalesef Türklerin başına gelenler, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiştir. Türkiye’nin İslam dünyasından ve diğer Müslümanlardan kopmasıyla bütün İslam dünyası çok şeyler kaybetti. Hala da kaybetmeye devam ediyor. Şurası muhakkak ki, bu olanlar, kendiliğinden, tesadüfen, rast gele meydana gelmiş olaylar değildir. Bu olup bitenlerde özel kasıt vardır. Ama ne olursa olsun, ben şuna da kesin olarak inanıyorum ki, İnşallah bir gün gelecek düzelme konusunda da bütün Müslümanlara Türkler öncü ve örnek olacaklardır. Ben, bunu Yüce Allah’tan bütün kalbimle umuyor ve niyaz ediyorum. Dün olduğu gibi bugün de bütün İslam dünyasının gözü Türkiye’dedir. Bütün Müslümanlar dikkatle Türkiye’yi izliyorlar. Türkiye dua almış bir belde, Türk milleti dua almış bir millettir. Ben kendimi bildim bileli, bizim kendi evimizde de, ailecek yapılan her yemek ve sofra duasında mutlaka ‘Allah’ım! Manevi babamız, Peygamberimizin vekili olan Halifemizi koru!’ diye dua edilirdi. Ben de ecdadım gibi bu millete sürekli dua ettim, ediyorum, ömrüm oldukça da edeceğim.’

Emin el-Hüseyni’nin İlginç Fikir ve Düşünceleri

Emin el- Hüseyni, sadece bir eylem, aksiyon ve mücadele adamı değil, aynı zamanda ve İslamın, Müslümanların, dünü, bugünü ve yarını üzerine sürekli düşünen, kafa yoran, ilginç tespitleri, fikir ve düşünceleri olan çok büyük bir mütefekkir ve çok büyük bir aydınmış. Tam bir Abdülhamid hayranıymış. Bir gün Yahudilerin ve İngilizlerin Müslümanlar aleyhinde hazırladıkları planlardan, kurdukları tuzaklardan, çevirdikleri dolaplardan bahsettikten sonra sözü Abdülhamid’e getirip şunları söylemiş:

– Hep hayret ederim; şu Sultan Abdülhamit, tek başına bu büyük güçlerle, bu Siyonistlerle nasıl baş etmiş, nasıl savaşmış, otuzüç yıl onlara nasıl dayanmış? Bu ancak kuvvetli bir imanla mümkün olabilir. Theodor Herzl hatıralarında: ‘Dokuz yıl Sultan Abdülhamit’in peşinden koştum, bütün etrafını elde ettim, yalnızca bir kere görüşebildim, onda da hiçbir şey elde edemedim. Hâlbuki onun bütün saray erkânını elde etmiş, hepsiyle ahbap olmuştum. Onların bana yardım ve destekleri de bir işe yaramadı. Bu adam beni dert sahibi etti.’ diyor. Ne yazık ki, Sultan Abdülhamit’in büyük vaatleri, cazip teklifleri geri çevirerek vermediği Filistin’i biz tuttuk kendi ellerimizle Yahudi’ye verdik. Sultan Abdülhamit, Kudüs Mutasarrıfına, tapu sicil memurlarına, kâtib-i adl’lere yani noterlere, mahkeme reislerine defalarca talimatlar vermiş, fermanlar göndermişti. Yahudilere doğrudan veya dolaylı yahut hileli satışlar yoluyla asla gayrimenkul ve toprak satılmamasını, buna asla izin verilmemesini ve mutlaka önlenmesini, buna sebep ve aracı olanların da şiddetle cezalandırılmasını emretmişti. Herkesi ‘Bir karış yere bir avuç altın bile verseler, satış yapılmaması, bu tür satışların tapuya tescil edilmemesi’ konusunda bizzat ve sürekli uyarıyordu. Fakat o kahraman ve akıllı sultan devletin başından alaşağı edildikten sonra, devletin başında basiretli yöneticiler kalmadı. Gün geldi biz maalesef kendi ellerimizle Filistin’in tapusunu Yahudilere verdik.

İslam dünyasının, özellikle Arapların başına gelenler, Osmanlı

Devleti’nin bedduasıdır. Biz Müslümanlar, özellikle Araplar, masum ve mazlum Osmanlı Devleti’nin bedduasına uğradık. Tıpkı babasının bedduasını alan evlat iflah olamayacağı gibi biz de olamadık. Şimdiye kadar başımıza gelenler, bundan sonra da gelecek olan bütün felaketler bu yüzdendir’.

Müslümanların Başına Gelen Felaketlerin Nedenleri

Çok uyanık, akıllı ve zeki bir Müslüman olan Emin el-Hüseynî’nin Müslümanların başına gelen olaylar, bunların başlangıcı, esas nedenleri ve sonuçları üzerinde de çok derin tahlilleri, çok isabetli tespit, teşhis ve görüşleri varmış. O, bütün az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Osmanlıların ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan bütün Müslüman toplumların başına gelen en büyük felaketin okumuş aydınlarının, yöneticilerinin içinden çıktıkları kendi toplumlarına ve milletlerine yabancılaşmaları, hatta düşman olmaları, fikren ve ruhen emperyalist batı ülkelerinin etkisi ve esareti altına girmeleri olduğuna inanıyormuş.

İslam ülkelerinin asırlardan beri sömürgeci Batının fikren ve fiilen işgaline

uğradığını, Batının kültür emperyalizmi yoluyla, oryantalizmi de araç olarak kullanarak, Müslüman doğunun özellikle gençleri üzerinde büyük tahribatlar yaptığını, etkileri altına aldıkları milletlerin içinden kendi sömürü politikalarını savunacak, kendi davalarını güdecek, Batılı efendilerine kölelik, kendi milletlerine eşkıyalık yapacak sayısız piyonlar ve uşaklar bulmakta hiç zorluk çekmediklerini üzüntüyle dile getiriyormuş. Batılılar, zaman zaman fiilen işgal ettikleri ülkelerden kendi ordularını ve kendi yöneticilerini geri çekmek zorunda kalsalar bile, arkalarında o milletin içinden devşirdikleri kendi emellerine ve çıkarlarına hizmet edecek Batı hayranı uşaklarını ve kuyruklarını bıraktıklarını, onlar aracılığıyla ilk anda gözle görünemeyen, fark edilemeyen, ama eskisinden daha sağlam, daha güçlü, daha baskıcı gizli bir hegemonya kurabildiklerini, son yüzyılda bunu temel politika olarak benimsediklerini ve başarıyla da uygulayabildiklerini, bunun Batılılar açısından fiili işgalden daha kolay, daha zahmetsiz, daha risksiz, daha masrafsız ve daha akıllıca bir yol ve yöntem olduğunu anlatıyormuş. Doğuda ilim, fikir, siyaset adamı olabilmek için ve bunların yaptıklarının Batılıların gözünde bir anlam ve değer ifade edebilmesi için, Batılılardan, Batılı eğitim kurumlarından ve oryantalistlerden ders görüp icazet almaları, onlar gibi düşünüp onlar gibi davranmaları, onlar gibi yaşamaları, onların kullandıkları kavramları kullanmaları, onların bakış açısını benimsemeleri, onların çıkarlarına hizmet etmeleri, onların istediği kafa yapısına sahip olmaları, onların beğendiği şekle ve kalıba girmeleri gerektiğine, ancak bundan sonra, Batılı efendileri nezdinde, Batının çıkarlarını ve dogmalarını kendi mahalli çevrelerine nakleden, Batının doğudaki yerli işbirlikçileri olarak bir kimlik ve kişilik kazanabildiklerine, takdir ve taltif görebildiklerine değiniyormuş. Yeni efendilerine rüştlerini ispat etme gayretiyle bu doğulu devşirmelerin ve işbirlikçilerin zihniyetlerinin ve söylemlerinin, çoğu zaman Batının kendi adamlarından ve gerçek temsilcilerinden çok daha bağnaz, katı ve tavizsiz olabileceğini, bunların “çağdaşlaşamamanın”, “modernleşememenin”, “aydınlanmayı yakalayıp, yaşayamamanın”, “ilerleyememenin” sorumlusu olarak gördükleri kendi toplumlarına ve halklarına karşı bakışlarında, tutum ve davranışlarında, Batılılardan çok daha radikal, çok daha saldırgan, çok daha baskıcı, insafsız ve şiddetli olabileceklerini vurguluyormuş. Batılıların gözünde insanın eskiden ne olduğunun, nereden geldiğinin, nereli, hangi kökenden, hangi din ve inançtan olduğunun ve ne düşündüğünün pek önemli olmadığına, esas önem verilen şeyin onun ne hale getirilmesi, ne hale dönüştürülmesi, ona ne düşündürülmesi, nasıl fiil ve davranışlar sergiletilmesi gerektiği olduğuna değiniyormuş. Kendi eğitim sistemleri asırlar önce çökmüş doğulu İslam ülkelerinin ilerleme, çağdaşlaşma ve gelişme arzusu ve amacıyla kurdukları Batı tipi ve tarzı eğitim kurumlarının veya eğitim öğretim için Batıya gönderdikleri gençlerin Batılılar tarafından kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda devşirilebilmelerinin Müslümanlar için çok büyük bir sorun ve handikap olduğuna, Batılılar için de çok önemli bir araç ve fırsat olarak değerlendirildiğine işaret ediyormuş. Kendi milletlerinin öz değerlerinden, kimlik ve kişiliklerinden soyundurulmuş gençlerin, ilimle, sanatla teknolojiyle de doğru dürüst yüzyüze getirilmediklerinden, bunların ülkelerinin kalkınmalarına hizmet edecek insanlar olarak yetişmeleri yerine, Batılıların amaçları ve çıkarları doğrultusunda yararlanılabilecek, kullanılabilecek, Batı hayranı ve uşağı piyonlar ve kurşun askerler olarak yetiştirilmelerine hayıflanıyormuş. Diyormuş ki:

  • Bir memleketin münevver zümresi, aydınları, kültür yoluyla, fikren ruhen, esir düştü

mü, artık orada bozulmanın, yıkılmanın, yenilginin ve kayıpların önüne geçilemez. Bize olan da aynı şeydir. Batının etkisi ve kışkırtmalarıyla münevver zümre Sultan Abdülhamit’in aleyhine kıyam edince, Padişah da bu işin önüne geçmekte çaresiz kaldı. Bence, Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’ni yıkmak, Hilafeti kaldırmak, böylece Müslümanları başsız bırakmak için, düşmanlarımızın elbirliğiyle çıkardıkları ve sonuçlandırdıkları bir savaştır. Fakat biz çok daha önceden batının esareti altına girmiş, batıya gebe kalmıştık. Doğacak çocuğun nasıl bir şey olacağı çoktan belliydi. Esaretlerin en büyüğü, en ağırı ve en kötüsü, fikri, ruhi ve kültürel esarettir. Ruhuyla, fikriyle, düşüncesiyle kalbiyle Batıya esir ve teslim olmuş bir millet ayakta kalabilir mi? Bizde de felaket böyle ve buradan başladı. Biz, imanımızı ve iman birliğimizi, kimliğimizi, kişililiğimizi kaybettik. Bizim münevverlerimiz, aydın geçinenlerimiz, gidip batıdan onların bizden üstün olan ilmini, tekniğini, sanatını alacakları yerde, zihniyetlerini, inkârcılıklarını, küfürlerini, ahlaksızlıklarını, pespayeliklerini alıp getirdiler. Bugün Arap dünyasında da aydın geçinen öyle karanlık ruhlu insanlar türedi ki, bunların adı aydın ama içleri zift gibi simsiyah… Hepsi de karanlık, kirli ve bulanık vicdanlı kimseler… Bunlardan kendi milletlerine, kendi toplumlarına hiçbir hayır gelmesi mümkün değil. Durmadan şer ve fitne üretiyorlar. Bunların Yahudilere bakışları bile insanı çileden çıkarmaya yeter. Bunlar arasında, dinimizin, imanımızın, vatanımızın, Kur’anımızın, Peygamberimizin, ırzımızın, namusumuzun, onurumuzun, haysiyetimizin, geleceğimizin düşmanı Siyonist Yahudiler için ‘Bunlar medeni bir millet, hatta rusulü’l hadâra, yani medeniyet elçileri!’ diyenler bile var. Kültürel esaret onları böyle kimliksiz, kişiliksiz, buhranlı, bunalımlı bir hale getirmiş. ‘Yahu siz ne biçim insansınız? Hangi millettensiniz?’ diye soracak olsanız, bu sefer de Araplığı ve Müslümanlığı kimseye bırakmazlar. Hâlbuki adlarından başka hiçbir şeyleri Müslümana benzemez. Fikir, düşünce, inanç, ideal ve yaşayış olarak tamamen başkalaşmışlar, kendi milletlerine yabancılaşmışlar, başkalarının adamı ve kuyruğu olmuşlar. Bizimkiler onlar güçlü kuvvetli diye yardımı, desteği, onuru kendi ülkelerinde kuyruğu ve temsilcisi oldukları yabancılardan İngiltere’den, Amerika’dan, Rusya’dan bilmem kimden arıyorlar. Onların yardımı olmasa tamamen ayazda kalacaklar. Silah, malzeme, alet, makine, techizat yönünden hep onlara bağlı ve bağımlılar. Hiç birinin Allah’a dönecek, Allah’a yönelecek, O’ndan yardım isteyecek yüzleri de yok. Artık buna hıyanet mi dersiniz, zaaf mı, gaflet mi, acizlik mi ne derseniz deyin. Bizler maalesef çok önceden beri yaptıklarımızla, ettiklerimizle, hal ve gidişimizle, tavır ve davranışlarımızla, amel ve fiillerimizle Allah’ın azabını ve gazabını çoktan hak etmişiz, Allah da başımızdan aşağı yağdırıyor. Allah, Kur’an-ı Kerim’inde ‘Allah müminlerin dostudur’ buyuruyor. Kimin dostu? Müminlerin dostu! Bunların Mümin olmak, Müslüman olmak gibi bir niyetleri de yok, gayretleri de. Ama ne yapalım hem kendimiz, hem de onlar için dua etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Allah hepimizi kendine dost müminlerden eylesin! Hepimize akıl, fikir, şuur, izan, iman, ihlas, liderlerimize basiret, düşmanlarımızla mücadele edebilmek için hangi donanım gerekiyorsa onları ve onlarla beraber de yiğitlik ve cesaret versin! Hepimize İslamın akılda ilim ve irfan, kalpte iman, nur ve iz’an, toplumda huzur, barış, düzen ve intizam, devlette hak ve adalet, Allah’ın şanını yüceltmek demek olduğunu tam olarak anlamayı ve bunun şuuruna erebilmeyi nasip etsin!

Emin el-Hüseyni’yi Üzen Çanakkale Anıları

Tahsilini yarıda kesip gönüllü olarak Çanakkale Savaşlarına katılan Emin el-Hüseyni’nin bu savaşlar sırasında hem kendisini çok mutlu eden güzel anıları, hem de kendisine çok büyük üzüntü veren anıları varmış. Biz onun güzel anılarını bir yana bırakalım da, burada aydınımızın insanımızın ne hallere düşürüldüğünü gösteren ve kendisini çok üzen anılarına yer verelim:

– Birinci Dünya Savaşında düşman Çanakkale’ye dayanınca gönüllü yazılıp, cepheye koşanlardan biri de bendim. Ben o zamana kadar ömrümde av tüfeğinden başka silah kullanmamıştım. Bizi önce cephe gerisine, talime yolladılar. Silah kullanmayı öğrettiler, askeri talimler yaptırdılar. Fakat daha talimgâhta gördüğümüz Türk subaylarının durumu bizi hem çok şaşırttı, hem de çok üzdü. Namazlarını kılmadıkları, dini ibadetlerini yerine getirmedikleri gibi, çadırlarında içki sofraları, çilingir sofraları kurdurup boş lakırdılarla, sohbetlerle vakit geçiriyorlardı. Zavallı Mehmetçik de onlara içki sofrası kurarak, meze hazırlayarak hizmet ediyordu. Benim gibi Osmanlı subaylarını çok farklı düşünen, uzak diyarlardan, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Kuzey Afrika’dan, Hindistan’dan gelmiş gönüllüler bu durumu görünce gözlerimize inanamadık, perişan olduk, ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık. Subayların neredeyse beşte dördü bu durumdaydı. İçinde iyileri de vardı ama maalesef çoğunluk böyleydi. Biz gönüllüler kendi aramızda:

  • Yahu bu ne iş? Biz buralara ne niyetlerle, ne düşüncelerle, niçin geldik? Bu gördüklerimiz, şahit olduklarımız da neyin nesi? diye konuşuyor, birbirimize üzüntülerimizi ifade ediyorduk.

Ayrıca subayların çoğu da mücadeleden, savaştan, zaferden ümitlerini tamamen kesmişlerdi. Bazılarının kendi aralarında:

  • Yahu kardeşim, biz boşuna uğraşıyoruz, boşuna direniyoruz. Bu işin içinden çıkılmaz. Silah, mühimmat, teçhizat hep düşmanın elinde! Biz, elimizdeki bu derme çatma silahlarla mı, bu dev donanmaları karşı durduracağız, karşı koyacağız? Bizim bu dev orduları, donanmaları durdurabilme imkan ve ihtimalimiz yok! Savaşı kaybetmemiz mukadder ve muhakkak! Öyleyse böyle boşu boşuna direnmenin, savaşmanın ne manası var? Ne diye boşuna telefat veriyoruz? Ne yapalım, yenildiysek yenildik, kaybettiysek kaybettik? Bu boş inadı, anlamsız direnişi sürdürmemek lazım! şeklinde konuşmalarına da şahit oluyorduk.

Bu Nasıl İşgalcilik ve Sömürgecilik?

Emin el-Hüseyni, Osmanlı Devleti’nin çok adil, insaflı ve kanatları altında barındırdığı milletlere karşı çok cömert ve onlara çok geniş hürriyetler tanıyan bir devlet olduğunu, fakat onu yıkmak, böylece İslam diyarlarını işgal edip sömürmek isteyen İngiliz, Fransız, Rus ve diğer düşmanlar, kendi kültürlerinin etkisi altına almayı başardıkları Müslüman aydınlara bunun tersini telkin ettiklerini savunuyormuş. Bu ilginç fikirlerini, her zaman ve zeminde özellikle Arap aydınlarına ve yöneticilerine karşı da canla başla savunmaktan da geri durmuyormuş. Türklere, Türklüğe, Osmanlılara ve özellikle Abdülhamit’e karşı olmanın, hatta küfretmenin, düşmanlık ve hakaret etmenin en çok prim yaptığı, en moda olduğu bir dönemde yaşamasına rağmen o bunun tam tersi bir yol izliyormuş. Katıldığı uluslararası bir Arap ülkeleri kongresinde Arap delegelere karşı Osmanlı ve Türk sevgisini, saygısını, bağlılığını, tabii nedenleriyle beraber nasıl açık ve net bir biçimde ortaya koyduğunu şöyle anlatmış.

– Bir keresinde Arap ülkeleri arasında düzenlenen bir kongreye katılmıştım. Bir de baktım ki, bizim Arap ülkeleri kongresinin Cezayir’li ve Tunus’lu delegeleri, kendi aralarında Arapça değil de, Fransızca konuşuyorlar. Kendilerine takılmadan edemedim:

  • Yahu siz hepiniz Arapsınız… Toplantımız da Arap ülkeleri

yöneticilerinin toplantısı… Konuştuğumuz sorunlar Arapların sorunları… Ben de bu kongrede Filistin Başmüftüsü olarak bulunuyorum. Ama bakıyorum da siz kendi aranızda Arapça değil, Fransızca konuşuyorsunuz. Bu nasıl iş?

  • Hocam, kusurumuza bakmayın! Biz Arabız, ana dilimiz de Arapça ama bizim eğitim ve kültür dilimiz Fransızcadır. Bizim konuşabildiğimiz Arapça, halk arasında konuşulan avam Arapçası. O Arapçayla da önemli konulara ve derin sorunlara girebilmemiz, kendimizi doğru dürüst ifade edebilmemiz mümkün değil. Bu yüzden Fransızca konuşmaya mecbur kalıyoruz. Ne yapalım? Biz böyle yetişmişiz!
  • Peki şu Fransızlar, sizin ülkelerinizde kaç sene kaldılar?
  • Yüz sene kadar…
  • Peki, Türkler kaç sene kaldı?
  • Döryüz yıldan fazla…
  • Acaba Türk yönetimi zamanında sizin babalarınız, dedeleriniz sizin böyle Fransızca bildiğiniz gibi, Türkçe bilirler miydi?
  • Hayır!
  • O zaman bu nasıl iş? Demek ki, Fransızlar size yüz senede kendi dilinizi, kültürünüzü bu kadar unutturmuş, sizi anadilinizle konuşamaz ve kendi diliyle konuşmaya mecbur etmiş de, Osmanlılar dört yüz sene içinde size kendi dilini öğretememiş, sizi buna zorlamamış, bunu dayatmamış. Aksine sizin başınıza ve ülkenize idareci, yönetici, vali, kaymakam, hâkim tayin edeceği kendi gençlerine de Arapça öğretip öyle tayin etmiş. Buna rağmen şimdi siz, Fransızlara sömürgeci, istilacı diyemiyorsunuz ama Osmanlılara ağzınızı doldura doldura, hiç utanmadan ve sıkılmadan sömürgeci, istilacı diye dil uzatabiliyorsunuz. Bu nasıl bir sömürgecilik, nasıl bir istilacılık anlayışıdır? İçinizden biri bana anlatsa da ben de anlayabilsem.

Osmanlılar Hilafeti Niçin ve Nasıl Üstlendiler?

Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni, böyle heyecanlı bir şekilde konuşurken etrafının meraklı bir kalabalıkla çevrildiğini görünce, bunu bir fırsat bilerek onlara şu değerlendirmelerde bulunmuş:

  • Kardeşlerim, şunu iyi bilin ki, bizim isyanlarımızın, ihanetlerimizin de katkısıyla paramparça olan Osmanlı Devleti olmasaydı bugün hiç birimiz var olamazdık. Ne dilimiz kalırdı, ne dinimiz. Ne Arapçamız kalırdı, ne Müslümanlığımız… Hepimiz asırlar önce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, İngilizce konuşan birer yabancı olurduk. Bu yüzden bugün kadr ü kıymeti bilinmeyen, türlü iftiralara uğrayan Osmanlı’ya ve Türklere karşı bizim büyük bir minnet ve şükran borcumuz olduğunu unutmamalıyız. Eğer Osmanlı Devleti, İslam âleminin muhafızlığını, koruyuculuğunu, yükünü ve yükümlülüğünü üzerine almasaydı, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan, hatta baştanbaşa bütün Afrika ve Ortadoğu, çoktan Endülüs gibi olurdu. Bugün gidin Müslümanların yaklaşık sekiz yüz yıl yaşadıkları, büyük bir medeniyet ve hâkimiyet kurdukları İspanya yarımadasına, Endülüs’e bir bakın, birkaç harabeden başka İslam’dan ne kalmış? Orada bir tek Müslüman bile bırakmadılar, hepsini yok ettiler. Osmanlı olmasaydı Afrika’nın, Ortadoğunun, hepimizin de başına gelecek olan aynı şeydi. Yalnız buralar mı, Balkanları beş yüz yıl elinde kim tuttu? Haçlı Seferlerini kim durdurdu? İstanbul’u ve Anadolu’yu kim Müslümanlaştırdı? Böylece, Hıristiyan ordularının önünü kesip Arap ülkelerini kim korudu? Akdeniz’de dört yüz yıl, emniyeti, güvenliği kim sağladı? Osmanlı’nın ve Türklerin İslama ve Müslümanlara daha saymakla bitirilemeyecek kadar çok ve büyük hizmetleri olmuştur. Osmanlı hilafeti üstlenmekle, üzerine çok büyük bir sorumluluğu, yükü, büyük zahmet ve sıkıntıları, masrafları, fedakârlıkları da almış oldu. Fakat bunu bilerek, isteyerek ve severek üstlendi. Bunun nedeni, din duygusundan, İslam aşkından, Haremeyn’e duyulan sevgiden başka bir şey değildi. Mısır’ı fethettiği gün son Abbasi halifesi Yavuz Sultan Selim’in huzuruna çıkarak:
  • Sultanım! Halife demek, Hazreti Muhammed Mustafa (SAV)’in vekili demektir. Bütün Müslümanların hakkını, hukukunu, maddi ve manevi varlığını, her türlü saldırı ve tecavüzden koruyup kollamakla, savunmakla yükümlü olan en büyük makamdır. Bunun için de güç ve kuvvet lazımdır. Bugün benim elimde İslam Halifeliğinin Mukaddes Emanetleri var. Ben ve benden önceki halifeler bunların bekçiliğini yapmaya çalıştık. Ama bugün benim hiçbir gücüm, kuvvetim ve imkanım yok. Ben kendimi bile korumaktan aciz bir kimseyim. Dolayısıyla ben bu halifelik yükünü taşıyamam, bunun gereklerini yerine getiremem ve nitekim getiremiyorum da… Ben Allah’tan korkar, Peygamber’den utanırım. Onun için sana Müslümanların Halifesi olarak biat etmeye geldim. Hilafet’i benden al! Bu mukaddes emanetleri de sen sakla! Diyerek Hilafeti ve Mukaddes Emanetleri Yavuz Sultan Selim’e verdi. Başta Yavuz olmak üzere Osmanlı Sultanları kendilerini Mekke ve Medine’nin fatihi, hakimi olarak değil, hadimi yani hizmetkarı olarak gördüler. Oraları fethe ve işgale değil, hizmet vermeye, hizmet etmeye geldiler. Kutsal beldelere, İslama ve Müslümanlara hizmet etmeyi en büyük şeref, onur ve iftihar vesilesi kabul ettiler.

Batılıların, İslam ve Müslüman düşmanlarının bize söylediği, telkin ettiği, bizim sözde aydınlarımızın da hiç araştırıp incelemeden, üzerinde düşünmeden alıp kabul ettikleri şu Hicaz’ı ve Arap ülkelerini sömürme işine gelince, bu da çok saçma ve gülünç bir iddiadır. Petrolden önceki zamanları bir gözünüzün önüne getirin bakalım nasıldı? Kumdan, deveden, hurmadan ve çölün kavurucu sıcağından başka bizim neyimiz vardı? Osmanlı bunun hangisini alıp sömürecekti? Sonra petrol bulundu ama Osmanlı’ya bir litresi bile nasip olmadı. Böyle bir şey aklından bile geçmedi. Beş yüz yıl canla başla büyük fedakârlıklara katlanarak hizmet ettikten sonra, buraları bırakıp gitmeye mecbur kaldı. Osmanlı beş yıl boyunca savaştığı, harap ve bitap düştüğü Birinci Dünya Savaşı sonunda, yani devletin yıkılmasından birkaç sene önce, en acıklı durumlara düştüğü zamanda bile, Hicaz’a Sürre Alayları göndermeye devam ediyordu. En son 1916 yılında gönderilen Sürre Alayı, Şerif Hüseyin’in isyanı yüzünden geri dönmek zorunda kalmıştı.

Zavallı Osmanlı! Hem bu bölgeye bu kadar büyük hizmetlerde bulunacak, halkı besleyecek, hem de sömürgeci olmakla suçlanacak. İşte Osmanlı böyle mazlum ve mağdur bir devletti. Bizler ona karşı işlediğimiz nankörlüğün cezasını çok çektik, daha da çekeceğiz. Eğer Osmanlı çok daha önceden: ‘Bana ne kardeşim, İslam dünyasından? Herkes kendi başının çaresini kendisi baksın! Kim, ne hali varsa görsün? Ben hilafeti bırakıyorum’ deseydi, inanın ki başına gelen işlerin çoğu gelmez, belki de tarih sahnesinden silinmezdi. İslam ve Müslüman düşmanları onun bu kadar üstüne gitmezler, diğerleri gibi onu da bir dereceye kadar rahat ve serbest bırakırlardı. Ama Osmanlı bunu din duygusu ve İslami gayreti yüzünden yapmadı, yapamadı. Son günlerine kadar Müslümanların dertleriyle dertlendi. Bunun bedelini de yıkılarak, tarih sahnesinden silinerek ödemeye razı oldu. Fakat ben Osmanlı’nın ve Türklerin bu fedakârlıklarının boşa gittiğini sanmıyorum. Türkler öyle bir millettir ki, Müslümanlıktan mahrum olarak ve İslama ihanet ederek var olmaktansa, Müslüman olarak ve İslam uğruna mücadele ederek yok olmayı her zaman tercih ederler ve bunu canlarına minnet bilirler. Bir gün gelecek ciddi ve insaflı bilim adamları ve araştırmacılar bu gerçekleri bilimsel yollarla ortaya koyacaklardır.

BAŞKA SİMALAR

Emin el-Hüseyni, kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğunun çöküş ve yıkılış döneminden itibaren Batıdan gelen yıkıcı, bölücü parçalayıcı, fikir akımlarına ve fiili saldırılara teslim olmamış, onlara kanıp kapılmamış, aksine bunlara ve bunların yerli işbirlikçilerine karşı aynı inanç ve fikirleri paylaştığı diğer Türk ve Müslüman kardeşleriyle beraber el birliği ve gönül birliği içerisinde büyük mücadeleler veren Arap aydın ve lider tipinin tipik bir örneğidir. Ama onun tek örnek olduğunu söylersek onun gibi daha yüzlerce, hatta binlercesine haksızlık etmiş oluruz. Onun dışında, Cezayir’de Fransızlara karşı mücadele veren Emir Abdulkadir, Sudan’da İngilizlere karşı Mehdi, Libya’da İtalyanlara karşı Sünûsi ve Rif’î, İspanyollara karşı savaşan Emir Abdülkerim, Irak Şeyhu’l-Meşâyihi (Şeyhler Şeyhi) Uceymî Sadun Paşa gibi onunla aynı yolun yolcusu olan büyük dava, ideal adamları ve önderler de vardı. Bu fikir ve mücadele önderlerinin hemen hepsinin ortak özelliklerinden biri Türklüğe ve Türk Milletine bakışları, diğeri de bunların büyük çoğunluğunun Hazreti Peygamber’in soyundan gelmiş olmalarıydı. Bunlar en büyük mücadelelerini Batının etkisiyle dinine, inancına, kültürüne yabancılaşmış, Müslümanların birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü temsil eden Halifeye ve Osmanlı Devletine düşman olmuş, ayrı bir baş çekme sevdasına düşmüş, Batı ve Siyonist işbirlikçisi Arap aydınlarına karşı veriyorlardı.

Aldatılmış, kandırılmış, yollarını izlerini kaybedip batılıların maşası, piyonu, uşağı olmuş sözde Arap aydınlarının aksine bunların hepsi; Türklerin İslama ve Müslümanlara yaptıkları hizmetleri bilirler, takdir ederler, dinlerinin, varlık ve birliklerinin savunucusu ve koruyucusu olarak kabul ettikleri Türklere minnet ve şükran duyarlar, Türklüğü ve Türkleri sürekli överler, çok sevip sayarlar, kendilerini onlardan onları da kendilerinden sayarlardı. Hepsi de Müslümanların birlik ve beraberliğinden yanaydılar. Bu birlik ve beraberliğin ancak Türklerle, hatta Türklerin etrafında ve onların önderliğinde sağlanabileceğine inanıyorlardı.

Türklüğün bir etnik kimlik olmadığına, aksine Müslümanların siyasi, sosyal ve askeri birliklerini, beraberliklerini, bütünlüklerini, güç, kuvvet ve kudretlerini temsil eden bir kavram olduğuna inanırlar, bu yüzden kendilerini de rahatlıkla Türk sayarlar, Türk görürlerdi. Bu birliği bozmaya kalkmanın insanın dünyasını da ahıretini zarar çekmesiyle sonuçlanacağının çok iyi farkında ve ayırdındaydılar. Onlar:

“Allah’a ve Peygamberine itaatten, duyarlılık ve bağlılık göstermekten ayrılmayın! Birbirinizle çekişmeye girmeyin, didişmeyin, birbirinize düşmeyin! Yoksa zayıflar, gevşer, çözülür, dağılır, yılgınlaşır, korkaklaşırsınız, cesaretiniz sönüverir, başarısızlığa uğrarsınız da gücünüz, kuvvetiniz, devletiniz elden gider. Zorluklara, güçlüklere karşı da sabırlı ve dirençli olun! Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46) ayeti kerimesinin buna açıkça işaret ettiğini çok iyi anlayabiliyor ve idrak edebiliyorlardı.

Aslında Müslüman halk kitlelerinin büyük çoğunluğu, kısm-ı azamı, sevad-ı azamı, karabudunu da onlar gibi düşünüyor, onlar gibi inanıyor, onlar gibi davranıyordu. Fikren ve fiilen onların yanındaydılar, onları destekliyorlardı. Batı hayranı, uşağı ve maşası durumundaki sözde aydınlar Türkler arasında da Araplar arasında da hep azınlıktaydılar, herkes de bunlara kuşkuyla bakar, mesafeli dururdu. Şimdi bunlardan ikisi hakkında da kısa bilgiler vermeye çalışalım:


Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî

Halifenin Mukaddes Cihad çağrısına uyanlardan biri de Kuzey Afrika’nın en büyük tarikatı Sunûsîlerin şeyhi ve Libya’nın en büyük siyasi lideri durumundaki Şerif Ahmed es-Sünusî oldu. Bu zat, İtalyan işgaline karşı başını çektiği vatan savunmasına bile ara vererek bu fetvaya ve kendisine ulaşan özel emre uyarak İstanbul’a geldi. Üzerine düşen her görevi yerine getirmeye ve her türlü işbirliğine hazır olduğunu bildirdi. Milli Mücadele’nin başlaması üzerine Anadolu’ya da geçerek, neredeyse bütün Anadolu’yu il il dolaştı. Camilerde halka milli mücadeleyi destekleyen vaazlar vererek, kafalarında bazı tereddütler bulunan çok sayıda gencin cepheye koşmasına katkıları oldu. Türkiye’den ayrılacağı sırada Ankara’da şerefine tertip edilen bir toplantıda Mustafa Kemal Paşa onun hizmetlerinden övgüyle söz etti. Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünusî de bu konuşmaya Türk Milletini göklere çıkaran, iltifatlarla dolu bir konuşmayla karşılık verdi (Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yayınevi, İstanbul, 2008, sayfa: 96-100).

Bu ailenin diğer bir ferdi olan Şeyh İbrahim bin İdris es-Sunusi de, Sakarya Savaşının tehlikeli günlerinde kaleme aldığı ‘Parıldayan Nur’ isimli kitabında Türkler hakkında şunları söylüyordu:

‘ Bu gün İslam milletleri arasında en kuvvetlisi ve haşmetlisi ve haşmetlisi ve dini vahdet ve idare yönünden en ümit vericisi Türk Milletidir. Binaenaleyh bütün İslami harekat ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Milleti’ni bu yakın alaka ve müzaherete ve bu çok mühim vazifeye ehil kılan çok tarihi ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilafeti temsil etmiş olması bütün Alem-i İslam’ın kalbgahı olan Haremeyn civarının hadim ve hamisi olmak şerefine sahip bulunması ve bütün emanat-ı mukaddeseyi hala uhdesinde mahfuz bulundurması, asırlar boyunca İslam’ın alemdarlığını yapmış olması ve onu Rabbani bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıdan koruması, nihayet halihazırdaki tutumunun hala ümit verici olması gibi sebepler bu büyük milleti bugün de İslami hareket ve dayanışmanın ve İslam Alemi için çırpındığımız topyekün kurtuluşun kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir. Türkiye’nin ve İslam âleminin kurtuluşu, Allah’ın izniyle ancak Müslüman Türk Milleti sayesinde olabilir ve böyle de olacaktır.’ (Şeyh İbrahim bin İdris es-Sünûsî, Parıldayan Nur, Tercüme: Ali Ulvi Kurucu, İstanbul, 1963, sayfa:110).

Uceymî Sadun Paşa

Birinci Dünya Savaşı’nın başından sonuna kadar bütün malını, mülkünü, servetini, şanını, şöhretini, aile fertlerini ve her şeyini Türk saflarında kahramanca savaşarak feda eden, harpten sonra da Türkiye’ye yerleşen asil, mert ve yiğit Arap liderlerinden biri de Irak havalisinin ve Necid çöllerine kadar Arap yarımadasının önemli bir bölümünün taçsız kralı durumundaki Irak Şeyhu’l-Meşâyihi (Şeyhler Şeyhi) Uceymî Sadun Paşa’dır. Uceymî Sadun Paşa, Osmanlı bayrağı altında İngilizlere karşı yıllarca mücadele etmiş, Basra, Şuaybe savaşlarında büyük yararlıklar göstermiş, Türk ordusunun yanında Basra Kapılarından Urfa’ya kadar savaşa savaşa çekilmiş, Milli Mücadelenin ilk ve felaketli günlerinde Mustafa Kemal Paşa’ın kendisine hitaben yazdığı 15 Haziran 1919 tarihli takdirlerle dolu telgrafı üzerine Diyarbakır’a, oradan da Ankara’ya gelerek vatan hizmetine koşmuştu.

Birinci Dünya Savaşı arefesinde İngilizler kendisine tam yetkili bir heyet göndererek Osmanlı Devletinden bağımsızlığını ilan etmesini önerdiler. Bunu yaptığı takdirde Irak, Necid, Katar ve Kuveyt dahil Basra Körfezi’nde geniş bir toprak vermeyi, yani dünyanın en zengin petrol hazinesi üzerinde ona hakimiyet hakkı tanımayı ve her türlü silah ve para yardımında bulunmayı vaat ettiler. Uceymi paşa bu heyetin teklifini son derece kısa, sert ve kesin ifadelerle reddetti. Onlardan getirdikleri değerli hediyeleri de alıp hemen gitmeleri istedi. Osmanlı Ordusuna katılarak İngilizlere karşı cihada girişti. Düşmana karşı hep en ön saflarda savaştı. Birinci Dünya Savaşındaki acı yenilginin ardından Anadolu’ya geçti. İstiklal Savaşı’na katılarak generalliği resmen tanındı. Büyük Zaferden sonra Urfa’ya yerleşti. Urfa’daki çiftliğinde ziraatle uğraştı. Burada vefat etti. (Daha fazla bilgi için: Cemal Kutay, Tarihte Türkler, Araplar, Hilafet Meselesi, Son Havadis Gazetesi, 15 Temmuz 1978; Tarih Konuşuyor Dergisi, İstanbul, Temmuz 1964, sayı:6, sayfa 488 ve devamı; Hamza Osman Erkan, İngilizleri Yıldıran Şeyh, Dün ve Bugün Dergisi, 25.05.1955; Halil Zafir, Uceymi Sadun Paşa, Hilal Mecmuası, 1971).

Afganistan’dan Anadolu’ya Uzanan Yardım Eli

Türk Milletinin İttihatçılar tarafından iteklendikleri Birinci Dünya Savaşı ve daha sonraki Kurtuluş Savaşı sırasında ateşle imtihanına bütün Müslümanların ilgisiz ve kayıtsız kaldıklarını iddia etmek hem gerçeklerle, hem de vicdan ve insafla bağdaşmaz. Dünyanın her tarafındaki şuurlu Müslümanlar da, Müslüman Türk kardeşlerinin başlarına gelen felaketlere kayıtsız kalmamışlar, bu olayla yakından ilgilenmişler, ellerinden gelen her türlü ümaddi ve manevi yardımlarda da bulunmuşlardır. Onlar, aradaki ortak inanç bilinç, anlayış, şuur, duygu ve düşüncelerin ve kardeşliklerinin yansımaları şeklindeki bu yardım ve destekleri Müslümanlıklarının bir gereği, olmazsa olmazı olarak görmüşlerdir. Eğer o yardımlar olmasaydı Türk Milletinin o cehennemi ateşin içinde çıkabilmesi mümkün olamazdı.

Bilindiği gibi savaş sadece cephelerde, sırf askeri güç ve kuvvetle kazanılabilecek bir mücadele değildir. Bunun yanında bütün dünyadan kamuoyu, diplomatik, siyasi, ekonomik, mali vb destekler ve yardımlar aranmasını ve sağlanmasını da gerektirir. Bizim Kurtuluş Savaşımız için de özellikle İslam ülkelerinin yardımlarının ve desteklerinin sağlanması hayati önem taşıyordu. Bu amaçla TBMM, Medine-i Münevvere’nin Kahraman Müdafii Çöl Aslanı Fahreddin Paşa’yı (1868, Rusçuk – 1948, İstanbul) Afganistan’ın başkenti Kabil’e Ankara Hükümetinin ilk Büyükelçisi olarak tayin etti. Fahreddin Paşa, 9 Kasım 1921’de Kabil’e vardı.

Fahreddin Paşa, Kabil’e varır varmaz, camilerde konuşmalar yaparak mücadelelerini ve davalarını anlattı. Afgan halkından bu zor gününde Türk milletine destek olmalarını talep etti. Bu talep karşılıksız kalmadı, büyük miktarlarda paralar ve yardımlar toplanarak, Ankara’ya gönderildi. Bu çok önemli ve gerekli yardımlar, o günün şartlarında o kadar işe yaramıştı ki, marşlara bile konu olmuştu. O zamanlar çok popüler olan marşlardan birinin bir kıtası aynen şöyleydi:

İran beraber Turan beraber,

Afgan beraber Urban beraber,

Allah bizimle Vallah beraber

Allahü ekber, Allahü ekber!

Fahreddin Paşa, Kabil’de görev yaparken, Bolşeviklerce işgal edilmiş olan Başkortostan’ın Harbiye Nazırı Zeki Velidi (Togan) Bey’in de yolu buraya düşmüştü. O da Rus Bolşeviklerinin işgaline uğrayan vatanını kurtarabilmek için çareler aramak üzere Türkistan yollarını tutmuştu. Kabil’de aralarında çok yakın bir dostluk oluştu. Sürekli birbirlerine gidip geliyorlar, sık sık görüşüp, konuşuyorlar, dertleşiyorlardı.

Bir gece Kabil’de bütün şehri tehdit eden çok büyük bir yangın çıkar. Kapkaranlık bir gecede gökyüzüne yükselen alevlerin aydınlattığı bir sokak ortasında her ikisi de ellerindeki kovalarla yangını söndürmeye koşuştururlarken, iki samimi dost aniden karşılaşırlar ve göz göze gelirler. Zeki Velidi (Togan) Bey, destansı Medine savunmasıyla adını dünyaya duyurmuş koskoca bir büyükelçinin elinde kovalarla yangın söndürmeye çalışmasına çok şaşırır. O şaşkınlıkla:

– Hayrola Paşam, sizin ne işiniz var burada? diye sorar.

Fahrettin Paşa, bir yandan koşuşturmasına devam ederken bir yandan da arkadaşının sorusunu tam da kendisine, daha doğrusu bir Türk’e yakışır şu sözlerle cevaplar:

– Ne demek ne işim var, Zeki Velidi Bey! Kabil yanarken ben evimde mi oturacaktım? Nerede bir olay varsa, Türk her zaman orada hazırdır!

Fahrettin Paşa bu sözleriyle Türk olmanın, Müslüman olmanın boş bir iddiadan ibaret olmadığını, her mensubiyetin bir mesuliyet doğurduğunu, belli görev ve sorumlulukları üstlenmeyi ve yerine getirmesi gerektirdiğini çok güzel bir şekilde açıklamış oluyordu. Bunları hakkıyla yerine getirebilmek de elbette her kişinin değil, er kişinin kârıdır. Önemli olan da o er kişilerden olabilmektir.

Bütün Müslümanların, özellikle de İslam dünyasının iki büyük unsuru durumundaki Türklerle Arapların birliğini, beraberliğini, kardeşliğini savunan aydınlardan biri bunu şu ifadeleriyle gerekçelendiriyor:

Ey Araplar ve Türkler! Sizi şaşırtmaya, sersem etmeye ve birbirinizle uğraştırmaya çalışanlardan sakınınız! Bilgisizlikten doğan kötü zanları artık bırakınız! Birbirinizi iyi anlayınız! Bütün İslam Alemi, hasret içinde sizin tam olarak birleşmenizi gözlüyor! Kalplerinizi birbirine sıkıca bağlayınız! Birbirinizi seviniz! Ta ki Allah da sizi sevsin! (Halil Halid, Türk ve Arap, Kahire, 1912, sayfa: 33).

BU ADAM BURADA NİYE YATIYOR?

Darfur Sultanı Şehid Ali Dinar

Şu fotoğrafta genç adama iyi bakınız! Bu adam bir sultan, bir kral! Darfur Sultanı Ali Dinar… Peki ama koskoca bir kral neden böyle, burada ayaklar altında ve boylu boyunca yere uzatılmış? Belki bana: ‘Canım yerde yatan bu adamın ve bu soruların bu konuyla ne ilgisi var?’ diye de sorabilirsiniz. Aslında ilgisi var, hem de çok ilgisi var. Bildiğiniz gibi konumuz, Halifenin cihad çağrısına İslam dünyasından ilgi, rağbet ve iltifat olup olmadığını araştırmaktan ibarettir. İşte bu adam da burada, bazılarının hiç kimse bu çağrıya rağbet ve iltifat etmedi, itibar göstermedi dedikleri İstanbul’daki Halifenin mukaddes cihad çağrısına, hem de tâ Afrika’dan uyduğu, hatta bu uğurda tacını, tahtını, her şeyini ve nihayet canını da feda ettiği için uzanmış yatıyor. Bazılarının:

– Boyuna bosuna, haline durumuna bakmadan, İstanbul’daki Halife cihad çağrısında bulundu diye, koskoca İngilizler’e ve Fransızlara karşı bu adam savaş mı açmış? diye sorduklarını duyar gibi oldum. Evet aynen öyle olmuş. Ama sonunda savaşı kaybetmiş, İngilizler tarafından şehid edilmiş, cesedi de böyle herkese ibret olsun diye teşhir ediliyor. Peki ama hani bu cihad çağrısının İslam dünyasında hiçbir etkisi olmamıştı? Yalnız o soruyu bana sormayın, çünkü cevabını ben veremem. İddia eden iddiasını ispatlamak zorundadır. İsterseniz sonucun buraya kadar varmasına yol açan olaylara, olayların gelişimine kısa bir göz atalım.

Halifenin mukaddes cihad çağrısı, Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa tarafından birer mektupla dünyadaki pek çok Müslüman ülke liderine ulaştırıldı. Halifenin “cihad ilanı” Darfur Sultanı Ali Dinar’a da 3 Şubat 1915 tarihinde bir mektupla gönderilmiş, mektupta halkıyla birlikte kendisinden İslam ümmetinin hürriyeti için İngilizlere karşı savaşması istemişti. Darfur Sultanı Ali Dinar, Halife’nin cihad çağrısını duyar duymaz, hiç tereddüt etmeden hemen kabul etti ve İstanbul’a gönderdiği mektupta şunları yazdı: “Halife Hazretlerine şunu bildirmek istedim ki; İslâm Sultanı Halife Hazretleri ile kâfir ve zındık İngilizler ve Fransızlar ve onların müttefikleri arasındaki bu savaş başlar başlamaz, Allah ve İslâm için bu kâfirlerle bütün ilişkilerimi kestim ve onları düşman kabul ederek, savaş açtım (Mekki Şibeka, Es-Sudan Abr el-Kunın, Beyrut 1964, s. 517).

Sultan Ali Dinar, verdiği sözü lafta da bırakmadı ve gereğini en iyi şekilde yerine getirdi. Hem binlerce Darfur’lu ve Sudan’lıyı Osmanlı Ordusunda savaşmak üzere cihada gönderdi, hem de Osmanlı Halifesinden bir bayrak isteyerek İngilizlere karşı savaş ilan etti. Böylece sözünün eri olduğunu, sadakatini ve güvenilirliğini açıkça ortaya koydu. Sultan Ali Dinar’dan böyle bir tavır beklemeyen İngilizler, çok şaşırmışlardı. Ali Dinar’ın kendileriyle savaşmaktan vazgeçirmek için ona türlü vaatlerde bulundular. Yüklü miktarlarda paralar teklif ettiler. Darfur’un bağımsızlığını tanımayı, hatta kendisini bütün Afrika’nın kralı yapmayı bile vaat ettikleri söyleniyor. Fakat Ali Dinar, bu tekliflerin hepsini kesinlikle reddederek, Halife’nin cihad çağrısına uymayı tercih etti.

Ali Dinar’ı ikna edemeyen İngilizler, bu sefer de halkı ile onun arasını açmak, hiç olmazsa halkını kendileriyle savaştan alıkoyabilmek için değişik hilelere, düzen ve tertiplere başvurdular. Toplumda etkinliği olan insanları, bazı üst düzey yöneticileri ve din adamlarını yüksek maaşlı mevki ve makamlar, ödüller ve çeşitli unvanlar, paralar vererek kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Bunda nispeten başarılı oldularsa da yine de istedikleri sonucu elde edemediler. Bu sefer kendilerinden yana olmayanları, özellikle din adamlarını çeşitli baskı ve işkencelerle, zulümlerle yıldırmayı denediler, bazılarını idam ettiler. Sudanlı din adamlarının büyük çoğunluğu her şeye rağmen İngilizlerden yana değil, Sultan Ali Dinar’dan ve Halifenin cihad çağrısına uymaktan yana tavır aldılar.

Sultan Ali Dinar, toplayabildiği 10 bin kişilik bir orduyla kendi başkenti Faşir’den kalkarak, Hartum’daki İngiliz güçlerine karşı savaşmak üzere harekete geçti. Başlangıçta bazı başarılar da kazandı. Fakat İngiliz kuvvetlerinin ağır toplarına, son model silâhlarına ve üstün ateş gücüne karşı Ali Dinar’ın askerlerinin elindeki basit ve derme çatma silahlarla karşı konabilmesi, başarı kazanılabilmesi mümkün değildi. Sultan Ali Dinar, kendisine cihad çağrısı yapan, onu ve halkını bu büyük savaşın içine çeken İstanbul’dan, Halife’den ve Osmanlı Devleti’nden yardım istedi ancak yardım çağrılarına hiç kimseden ne bir ses, ne de bir nefes geldi. Modern silahlarla donatılmış İngilizler bir gece yarısı Ali Dinar’ı ve askerlerini pusuya düşürdüler. Sabaha kadar süren çatışmada Ali Dinar 6 bin askerini kaybetti. Bir kısım askerleri de bu büyük felaket yüzünden büyük bir ümitsizliğe düşerek, giriştiklerinin ümitsiz bir çaba ve mücadele olduğunu düşünüp Ali Dinar’ın çevresinden ayrıldılar. Fakat o yine de savaşmaktan vazgeçmiyordu. Bu yenilgiden sonra yeniden toparlanıp, savaşa devam edebilmek için başkenti Faşir’i terk ederek Merre Dağına çekildi. İngilizlere karşı gerilla savaşı başlattı. Çok büyük erzak, silah ve mühimmat eksikliği çekiyor, bu nedenle de büyük kayıplar veriyordu. Darfur Sultanlığı’nın büyük bir bölümü İngilizler tarafından işgal edildi. Yaşanan büyük kayıplar ve zor şartlar yüzünden etrafındaki adamların sayısı gittikçe hızla azalıyordu. İngiliz Miralay Hidson, Ali Dinar’a bu mücadeleden vazgeçmesi ve teslim olduğu takdirde affedileceği yolunda haberler gönderdi. Fakat Ali Dinar, yanında sadece 200 adamı kaldığı halde teslim olmayı reddetti ve ne olursa olsun sonuna kadar İngilizlere karşı savaşma yolunu seçti. 6 Kasım 1916’da Merre Dağı eteklerinde yaşanan şiddetli çatışmada vurularak şehit düştü. General Kitti, Ali Dinar’ın yaralı olarak İngiliz kuvvetlerinin eline düştüğünü ve askerlerinin gözleri önünde idam edildiğini söylüyor.
Ali Dinar’ın şehadeti üzerine Darfur Sultanlığı ve Sudan bütünüyle İngilizler tarafından işgal edildi. İngilizler Sudan’ı 40 yıl boyunca işgalleri altında tuttular. Geri çekilirken yaptıkları en büyük tahribatlardan ve Sudan halkına verdikleri en büyük zararlardan biri Sudan’daki bütün kabileleri birbirine düşürmek, birbirine düşman etmek olmuştu.

Sudan’ın batıcı aydınları, Sultan Ali Dinar’ı o gün bugündür İngiliz tekliflerini kabul etmediği, üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu yerine, dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğu yanında yer aldığı, üstelik de elindeki kısıtlı imkânlara bakmadan Halife’nin cihad çağrısına uyduğu, İngilizlere savaş açma çılgınlığı için kıyasıya ve şiddetle eleştiriyorlar, hatta suçluyorlar. Güçlüden yana olup ödüllendirilmek yerine, artık adından başka bir şeyi kalmamış Halife’nin cihad çağrısına uymasını çılgınlık, ahmaklık ve aptallık olarak niteliyorlar. Ali Dinar’ın boşu boşuna ülkesinin, devletinin ve milletinin esaret altına düşmesine neden olduğunu, onun yüzünden Sudan’ın da bütün Afrika’nın lider ülkesi olabilme şansını yitirdiğini iddia ediyorlar. Geldiğimiz daha doğrusu getirildiğimiz noktada bunda şaşılacak fazla bir şey yoktur. Biz bu haleti ruhiyeyi kendi Batıcı aydınlarımızdan da çok iyi tanıyoruz.

Peki acaba, Batıcı aydınlara göre aptallık, ahmaklık, çılgınlık olarak nitelenen bu davranışta bulunurken, yani Halife’nin cihad çağrısına uyarken acaba Sultan Ali Dinar ne düşünüyordu. Şurası muhakak ki, Sultan Ali Dinar hiç de ahmak, aptal, çılgın, dünya siyasetinden habersiz biri değildi. Osmanlı Devletinin o eski ihtişamlı Osmanlı Devleti olmadığını, İstanbul’daki Halife V. Mehmed Reşad’ın Raşid Halifeler gibi ideal bir halife olmadığını, Hilafet Makamı’nın aslından, özünden çok şeyler kaybettiğini, hatta Türk Milletinin de eski Türk Milleti olmadığını herkesten çok ve herkesten daha iyi o biliyordu. Hatta kendisinin de çok iyi bildiği gerçekleri etrafındakiler de ayrıca ona uzun uzun anlattılar. Onu bu savaşı kaybedeceği neredeyse kesinlikle belli olan Osmanlı Devletiyle değil de, bu savaştan da kazançlı çıkacağı aşikar olan İngilizlerle beraber olmaya ikna etmek için çok uğraştılar, çok yalvardılar, diller döktüler. Fakat o her şeye rağmen, ne kadar ümitsiz olursa olsun Halifenin cihad çağrısına uymayı, İngilizlerle galip olmaktansa Halife ile beraber mağlup olmayı tercih etti. Acaba neden? Bu sorunun cevabını ve niçin böyle bir mücadelenin içine girdiğini, kendisini İngilizlerle beraber olmaya ikna etmeye çalışanlara hitaben söylediği şu sözlerle veriyordu:

“Bütün Müslümanların birliğini, beraberliğini, gücünü, kuvvetini temsil eden, İstanbul’daki Halife özgür olmadıkça, yeryüzündeki hiçbir İslam beldesi bağımsız olamaz!”
O, Müslümanların birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerinin, güçlerini birleştirmelerinin, bunu temsil eden Halifelik kurumunun ne kadar önemli ve elzem bir kurum olduğunun bilincinde olan biriydi. Dünyanın şer güçlerine karşı hiçbir Müslüman ülkenin veya devletin tek başına bir şey yapamayacağını, varlığını muhafaza edemeyeceğini, hele hele İslam ve Müslüman düşmanlarıyla işbirliği yaparak bir yere varılamayacağını çok iyi bilen bir idealistti. Devletine, Milletine, dinine ve Halifesine ihanet etmektense, bu uğurda sonuna kadar mücadele etmeyi ve şehadet şerbetini içmeyi de bilinçli olarak tercih etmişti.

O, ne olursa olsun ve her şeye rağmen ayrılmamak, dağılmamak, bölünüp parçalanmamak gerektiğine, ayrı bir baş çekmenin, İslam ve Müslüman düşmanlarıyla bir ve beraber olmanın faydadan çok zarar getireceğine, felaketi, yıkımı, helak ve yok olmayı çabuklaştıracağına, hak yolda mağlub olanların bile galip sayılması gerektiğine inanan akıl, iman, anlayış ve iz’an sahibi bir Müslüman’dı. Kararını da o doğrultuda vermiş, arkasından hakkında kimin ne söyleyeceğini, kimin kendisini nasıl kınayıp eleştireceğini hiç umursamadan, inanç ve idealleri uğrunda savaşmayı ve bu yolda şehid olmayı canına minnet bilmişti.

Onun temiz kanı ve şehadeti Sudan’da İslami bilincin devamını sağlayan önemli etkenlerden biri oldu. Ondan sonra da pek çok Sudan’lı Osmanlı Devleti’ne ve Hilafet Makamına gönülden bağlı kalmaya devam ettiler. Hatta İngilizler 1956 yılına kadar Darfur’un da dâhil olduğu Sudan’da işgallerini devam ettirdikleri halde, Darfur’daki camilerde hutbeler hala Osmanlı Halifesi adına okunmaya devam ediyordu. Bu adet, 1960’lı yıllara kadar devam etmiştir.

KÜLTÜR EMPERYALİZMİNİN ACI SONUÇLARI

Batıcı Aydınların Ruh Hali

Halifenin Mukaddes Cihad ilanının İslam dünyasında hak ettiğinden daha fazla ilgi ve rağbet gördüğünü anlatırken, bu ilginin çok daha fazla olmamasının en önemli sebeplerinden birinin de İslam dünyasında ve Müslümanlar arasındaki bozulma, kültürel yozlaşma ve dejenerasyon olduğuna işaret etmiştik. Bu bozulma nasıl bir bozulmaydı? Bunun nasıl bir bozulma olduğunu, Batı hayranlarının, işbirlikçilerinin, çömezlerinin ruh hallerini, kültür erozyonuna ve yıkımına uğramış insanların ne hale dönüştürüldüğünü daha iyi anlayabilmek ve bunları daha yakından tanıyabilmek için bunun görüntüleri dışa yansımaları durumundaki güncel, basit, münferit veya tarihi ve karmaşık olaylarla örneklendirilmesi, ortaya konması yararlı olacaktır. Bu geniş kapsamlı ve büyük meseleyi burada uzun uzadıya ele alabilmemiz mümkün olamasa da kısaca ve birkaç çarpıcı örnekle de olsa değinmemiz zorunlu hale gelmiş gibi görünüyor.

Batılıların tezgâhından geçmiş doğulu gençlerin ne hale getirildiğini Avrupa’da eğitim görmüş üç Afrika’lı gençle ilgili olarak Remzi Oğuz Arık’ın Coğrafyadan Vatana adlı eserinde anlattığı trajikomik bir hikâye çok açık bir biçimde gösterir:

‘Afrika toprakları batılıların işgali altındayken, İngiliz, İtalyan ve Fransız Somalisi’nden üç genç seçilir ve bunlar aynı gemiyle eğitim için biri Londra’ya, biri Paris’e, biri de Roma’ya gönderilirler. Altı yıl kadar yurt dışında okuduktan sonra, eğitimlerini tamamladıkları söylenip ellerine birer diploma verilen gençler, memleketlerine dönerlerken yine aynı gemide bir araya gelirler. Hal hatır, hoş beşten sonra, sohbet konuları memleket meselelerine gelir. Fakat ilk yolculukları sırasında aralarında hiçbir tartışma, çekişme yaşanmayan, güzel güzel konuşup sohbet eden gençler, dönüş yolculuğunda bir türlü birbirleriyle anlaşamazlar, yıldızları hiç barışmaz. Çok geçmeden aralarında beliren fikir ayrılıkları yüzünden ortam çok gerginleşir, hareketlenir ve elektriklenir. Tartışmanın fitili, her birinin kendi eğitim gördüğü ülkenin ve toplumun üstünlüklerini sayıp dökmesi, onları her bakımdan öve öve göklere çıkarmasıyla ateşlenir. Ardından her öğrenci, Somali’nin, hatta bütün Afrika’nın tek kurtuluş çaresinin kendi eğitim gördüğü ülkeye her şeyiyle bağlanmaktan ve tam anlamıyla onları taklit etmekten geçtiğini iddia etmeye, bunu da tavizsiz bir tutumla savunmaya girişir. Üç Afrikalı genç, bu meddahlık ve hayranlık yarışında o kadar ileri giderler ki, işi birbirlerine hakarete, birbirlerini incitmeye, nihayet kavgaya ve birbirlerini denize atmaya kadar vardırırlar. Yabancı sermayeli geminin kaptanı, mürettebatı ve yolcuları ise, bu ilginç manzarayı ağzı kulaklarında, alaylı ve mütebessim çehrelerle, türlü yorumlarla ve ilgiyle izlemektedirler (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).

Ne kadar trajikomik bir olay değil mi? Peki ama acaba bizde durum çok mu farklıdır? İslam dünyasının hemen her tarafında binlerce örneğinin ve yansımasının görülebileceği bu tür trajikomik olayların benzerlerini ve değişik versiyonlarını devlet ve millet olarak biz yaşamadık mı, hala da yaşamıyor muyuz? Hem de nasıl? Üstelik bizim Batılılaşma maceramız onlarınkinden çok daha öncelere ve eskilere dayandığı için, bu alanda da onlardan çok daha ilerilerde olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.

Azat Kabul Etmez Kölelik

Bu nasıl bir psikoloji, nasıl bir ruh hali, nasıl bir anlayıştır? Bunu da yine aynı kitaptan alınmış başka bir hikayeyle örneklendirmeye çalışalım:

“Vaktiyle çok meşhur, çok zengin ama çok da cimri ve zalim bir ailede hizmetçi olarak çalışan zavallı bir kadın varmış. Kadıncağızın çektiği acılara, işkencelere çok üzülen ve onu bu durumdan kurtarmak isteyen etraftaki komşulardan bazıları araya girmişler ve ona âlicenaplığı ile tanınan başka bir evde iş bulmuşlar. Fakat hizmetçi bunu kabul etmemiş. Bu cazip teklifi kabul etmemesine çok şaşıran ve nedenini soranlara da şu yaman cevabı vermiş: “Evet haklısınız, ben burada çok acı çekiyorum. Bana köpekten de aşağı davranıyorlar. Paramı pulumu da vermiyorlar. Ama benim ev sahiplerim çok zengin ve çok ünlü! Ben bu kapıyı nasıl bırakırım!?” (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).

Batılı emperyalist devletlerden birine kapılanmış, onlardan birinin adamı olmuş oryantalist söylemleri içselleştirmiş, kendisine ve toplumuna onların gözüyle bakan, sürekli onlardan kavram ve söylem ithal eden, onların şubesi olmayı canına minnet bilen, kendini ve toplumunu küçümseyen ‘batılılarca devşirilmiş doğulu’ tipi gerçekten çok korkunçtur. Bunlar bir kere bir emperyalist devletin yandaşı, taraftarı, esiri, kölesi damgasını yedikten sonra bir daha artık o kapıyı bırakamazlar, sonuna kadar onların azat kabul etmez kölesi olurlar. Batılı efendileri onları ne kadar aşağılasalar, hiç yoktan yere kolaylıkla gözden çıkarıp feda etseler, itilip kaksalar, hatta dövüp söverek kovsalar da bir başka kapıya gidemezler, ne olursa olsun kendilerini ilk efendilerine canla başla hizmet etmek zorunda hissederler.

Durumları yukarıda hikayesi anlatılan hizmetçiden daha kötüdür. Çünkü ona hiç olmazsa başka bir kapı bulunabilmiş, başka bir ev ve iş önerilebilmiş. Ama bir kere Batılı devletlerden birinin adamı olduğu damgasını yemiş birisi için böyle bir şey söz konusu olmaz. Bilindiği gibi bir köpek, belli bir kapının köpeği olduktan sonra artık kolay kolay başka bir kapı bulamaz. Onu civardaki evlerin sahipleri güvenip kapılarına bağlayamayacağı gibi, hemcinsleri olan köpekler de kendi hizmet ettikleri kapıya başka köpeği yanaştırmak istemez, gidip kendi kapısına hizmet etmesi için onu kovalarlar. Benzer durum bizim Almancı, İngilizci, Fransızcı, Rusçu vs gibi aydınlarımız, devlet ve siyaset adımlarımız için de geçerlidir. Dikkat edilirse bunların çoğu elbise değiştirir gibi fikir değiştirirler. Bugün başka yarın başka fikirleri, görüş ve düşünceleri savunabilirler. Zaten hiç birisinin kendi emekleri ürünü, çilesini kendilerinin çekerek sahip oldukları sağlam ve işe yarar görüşleri, fikir ve düşünceleri yoktur. Bunların savundukları fikirler, düşünceler, anlayışlar, dost ve arkadaş çevreleri, yaptıkları işler, hatta girip çıktıkları örgütler ve teşkilatlar kısaca her şeyleri sürekli değişebilir ama yandaşı, bağlısı, taraftarı oldukları Batılı emperyalist devlet değişmez. Aslında bütün bağlantılarındaki, yakınlık ve uzaklıklarındaki, dostluk ve düşmanlıklarındaki, ilişkilerindeki hızlı değişkenliğin, istikrarsızlığın da tek sebebi de bağlandıkları, kapıkulu ve devşirmesi oldukları emperyalist devletin çıkar ve menfaatlerinin öyle gerektirmesidir. Onlar bu çıkar ve menfaatler neyi gerektiriyorsa onu yapmak, öyle davranmak zorundadırlar.

Örneğin, Abdullah Cevdet (1869 – 1932) ilk başlarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Abdullah Cevdet’in hayatına, fikir ve düşünce yapısına ve çevresine bakıldığında Jön Türklükten başlayıp Jön Kürtlüğe kadar inanılmaz değişimler gözlenir. Önce Jön Türk, sonra İttihatçı, sonra muhalif, sonra Kuvva-yi Milliye düşmanı, sonra mandacı, sonra Kürt Teali Cemiyeti üyesi Jön Kürt, sonra inkılâpçı gibi saymakla bitirilemez değişimler arasında onu herhangi bir siyasi akım, düşünce ve görüşle tanımlamak neredeyse imkânsızlaşır. Boyanmadığı renk ve boya, savunmadığı fikir ve düşünce, girip çıkmadığı örgüt, bulunmadığı çevre, almadığı şekil ve kalıp neredeyse yok gibidir. Fakat Abdullah Cevdet için de değişmeyen tek bir şey vardır, o ad en başından sonuna kadar müfrit bir İngiltere yanlısı olarak kalmasıdır. Hayatındaki her şeyi de bu İngiltere yanlılığı ile açıklamak mümkündür. Örneğin İttihat ve Terakki Cemiyetinden ayrılmasının ve muhalif tarafa geçmesinin tek sebebi, cemiyet içindeki Mücadeleyi İngiltere yanlılarının kaybetmesi, Almanya yanlılarının kazanmasıdır. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında onun Çanakkale Savaşını Türk Milletinin kazandığına çok üzüldüğünü, Çanakkale Zaferi için: “Medeniyet ayağımıza kadar geldi ama biz ona kucağımızı açmak yerine geri teptik, onlarla savaştık!” deme cüretini ve gafletini bile gösterdiğini söyler. Aslında bunda Abdullah Cevdet açısından bakıldığında şaşılacak bir şey yoktur. Onun gibi müfrit bir İngiliz yanlısı, aşığı, sevdalısından da başka türlüsü beklenemezdi. Eğer Çanakkale’de biz İngilizlere ve müttefiklerine karşı değil de, Almanlar’a karşı savaşsaydık, o zaman Abdullah Cevdet böyle bir söz söylemezdi. Çanakkale Savaşları sırasında bu millet canını dişine takarak kahramanlık destanları yazmış ve 250.000’den fazla şehit vererek müttefiklerin ‘Yenilmez Armada’ adını taktıkları, o zamana kadar tarihte eşi benzeri görülmemiş dev donanmalarına geçit vermemişti. Eğer geçit verilseydi neler olabileceğini İngiliz Binbaşı H. M. Alexander hatıralarında açıkça belirtilen ve İngiliz gemilerinden birinin yan tarafında, büyük harflerle yazılı olan şu ifadeler anlatmaya yeter: “Önce İstanbul’a, sonra haremlere, evlere hücum!” Ama bu da Abdullah Cevdet ve onun gibiler için bir sorun veya kötü bir şey değildir. Çünkü Abdullah Cevdet, zaten Türk insanının çirkin olduğuna, Türk ırkının güzelleştirilmesi için Avrupa’dan damızlık erkek ithal edilmesi gerektiğine inanan biriydi. Ona göre İngilizlerle ve müttefikleriyle savaşılmasa, onlara açılsaydı bu sorun da böylece kolaylıkla çözülmüş olacaktı. Birinci Dünya Savaşının ardında mütareke imzalanıp, İstanbul işgal edilir edilmez, Abdullah Cevdet hemen azat kabul etmez kölesi olduğu İngiliz işgal kuvvetleriyle temasa geçti, onların yardım ve desteğiyle de Sıhhıye Müdürlüğü’ne getirildi. İstanbul’un işgal yıllarında onun İngilizlerle her türlü işbirliğini yaptığını, İngilizlere ajanlık ettiğini, Milli Mücadele yanlısı en yakın arkadaşlarını bile jurnalletip, yakalatmakta hiçbir tereddüt göstermediğini, bundan utanç da duymadığını Zekeriya Sertel gibi kendisini yakından tanıyan dost ve arkadaşları anlatmaktadır.

Bir milletle aydınları ve yöneticileri arasına yabancılaşma, soğukluk, nefret ve düşmanlık girmesinden büyük felaket tasavvur edilemez. Asırlardan beri böyle büyük bir musibeti yaşayan Türk Milletinin çektiği acı ve ızdırapları anlatabilmek kolay değildir. Millet durup dururken başına açılan türlü gaileler ve felaketlerle boğuşurken, ölüm kalım mücadelesi verirken, onun parasıyla, emeğiyle yetişen aydınları onun diniyle, inancıyla, imanıyla, kimliğiyle kişiliğiyle uğraşmayı kendilerine uğraş edinmişlerdi. Bu aydınlarla halk arasıdaki kopukluğu başka bir örnekle daha anlatmaya çalışalım. Sultan, Abdülhamit’in Bahriye Nazırlarından Hüsnü Paşa’nın oğlu Sakallı Celal (Yalınız) (1886-1962) de milletine yabancılaşmış, milletinin değerlerine düşman olmuş Markist, ateist, materyalist, batıcı aydınlardan biriydi. Yıllarca ateizm propagandası yapmayı, dinle alay etmeyi, dindarlara musallat olmayı kendisine en önemli iş edinmiş, bu yüzden de Üsküp’ten kovalanmış, Milli Mücadele yıllarında da Ankara Sultanisi’nde Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Milletin dert ve sorunlarıyla pek ilgilenmediği gibi aynı tip propagandalara burada da devam ediyordu. Aynı okulda görevli olan Mahir İz’in anlattıklarına göre doğru dürüst derslerine devam etmez, geldiğinde de dersle değil boş, gereksiz, hatta zararlı lakırdılarla zaman öldürürmüş. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde öğrencilerine:

– Tahtakurusu ile başa çıkamayan millet, İngilizlere harp ilan etti, diyerek milletle ve mücadelesiyle alay ediyormuş.

(Yılların İzi, Mahir İz, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 48-49).

Ama millet kaybederse kazananlarla beraber olmak onlardan çöplenmek için her şeyi yapmaya hazır olan böyleleri, bir yandan da her ihtimale karşı sotede beklemeyi, eğer Millet hiç ummadıkları ve arzu etmedikleri bir zafer kazanacak olursa onu da çalmak, istismar etmek, üstüne konmak, milletin bütün emeklerini boşa çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmayı da ihmal etmezler.

Emperyalist Batılı devletler arasında olduğu gibi bunların sömürge alanı haline getirmek istedikleri ülkelerdeki yerli işbirlikçileri, kuyrukları arasında da çok çetin ve kanlı bir mücadele sürüp gitmektedir. Bunlardan birinin yanlısı olmuş, öyle tanınmış bilinmiş, damgalanmış biri, bir daha artık başka kapılarda ilgi ve ekmek bulamaz, barınamaz. Bunun değişik örneklerini bizdeki İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yaşanan mücadelelerde bütün açıklığıyla görebilir, izleyebilir, gözlemleyebiliriz. Birbirleriyle yıllarca iç içe olmuş, kader birliği yapmış, aralarında çok sıkı, canciğer dostluk ilişkileri olan İttihatçı kadroların, kaderlerini bağladıkları farklı emperyalist devletlerin çıkarları ve menfaatleri söz konusu olduğunda ve bunlar çatıştığında, aralarına ne büyük çıkar ve menfaat çatışmalarının, rekabetlerin, kanlı hesaplaşmaların, düşmanlıkların, husumetlerin girdiği, bunların ve oluşturdukları derin yapıların nasıl sık sık, insafsızca ve acımasızca birbirlerini ezmeye ve yok etmeye yönelebildikleri çok garip, ilginç ve ibret verici olaylardandır.

Resneli Niyazi Bey’le Enver Bey’in ilişkileri ve aralarında meydana gelen olaylar da bunun tipik bir örneğidir. Bunların her ikisi de bir zamanlar aynı davanın, aynı amaçlar için kader birliği, elbirliği ve güç birliği yapmış iki üyesi, iki yakın dost ve arkadaştı. Ama araya Almanya’nın ve İngiltere’nin çıkar ve menfaatleri girince ve bunlar birbiriyle çatışınca, bizim Niyazi ile Enver arasındaki o eski dostluktan, kardeşlikten, arkadaşlıktan eser kalmadı. Alman yanlılarıyla İngiliz yanlılarının iktidar mücadelelerinin başladığı geçiş döneminde aralarına ilk soğukluklar girmiş, rekabet arttıkça ve mücadele şiddetlendikçe düşmanlığa dönüşmüş ve nihayet kanla sonuçlanmıştı. Meşrutiyetin ilan edildiği ve herkese türlü payelerin dağıtıldığı o hengâmede her ikisi de dağdan inerek aynı günlerde İstanbul’a geldiler. Ama atı alan Üsküdarı geçmiş, Alman yanlısı ittihatçılar köşebaşlarını tutmuşlardı. O zamana kadar adı Enver Bey’den çok daha fazla duyulan, büyük bir kahraman olarak tanınan İngiliz yanlısı Resneli Niyazi Bey, İstanbul’da Alman yanlısı İttihatçılardan hiçbir pek iltifat ve itibar göremedi. Çaresiz, sessiz, sedasız bir şekilde Manastır’a geri dönmek zorunda kaldı. Resneli Niyazi Bey, bir yıl sonra 1909 Nisan’ında 31 Mart Ayaklanması’nın Hareket Ordusuyla bastırılması ve 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sırasında bir kez daha İstanbul’a geldi. Enver Paşa hızla kolağalığından generalliğe, ardından da mareşallığa terfi etmişti ama Niyazi Bey’e gene bir şey yoktu. Baktı ki, kendisine İstanbul’da hala bir hüsnü kabul ve güler yüz yok, yine Makedonya’ya döndü. Birkaç yıl daha bekledi. Balkan Savaşları sırasında, çok büyük kahramanlıklar ve yararlıklar gösterdiği her tarafta olduğu gibi İstanbul’da da epeyce yankılanmıştı. ‘Belki bu sefer bir şey olabilir!’ düşüncesiyle 1913’te tekrar İstanbul’a gelmek ve oradaki havayı koklamak istedi. Ancak tüm köşebaşları, kendi kaderlerini de devletin ve milletin kaderini de tamamen Almanya’ya bağlamış olan İttihatçılar ve Selanik cuntası tarafından çoktan tutulmuştu. Alman yanlısı İttihatçılar onun bu ziyaret fikrinden hiç hoşlanmadılar, İstanbul’a gelmemesini bildirdiler. Fakat o yine de İstanbul’a gelmek istiyordu. Resneli Niyazi Bey, uyarılara kulak asmayarak yola çıktı ve kendisini İstanbul’a götürecek gemiye binmek üzere Arnavutluk’un Avlonya Limanı’na vardı. İstanbul’a gidecek gemiyi beklerken, 17 Nisan 1913 günü, hem de kendi koruması tarafından öldürüldü. Daha 40 yaşındaydı. Son sözü: ‘Neden?’ sorusu olmuştu. Bu sorunun belki kendisi tarafından da bilinen cevabı, Türkiye üzerinde emperyalist güçler arasında yaşanan iktidar kavgasında gizliydi (Bkz. Prof. Dr. Mehmet Can, Türk Demokrasisinin Beşiği: Selanik, Tarih Bilinci Dergisi, Ocak-Haziran 2010, Sayı: 11-12).

Batı Hayranlığı ve Taklitçiliğiyle Varabildiğimiz Yer

Bu anlatılanlar bizim aslında bize hiç de yakışmayan, çoğumuzun içini kanatan ama bizim kendi gerçeklerimizdir. Belki bazılarının aklına: ‘Yok canım! Bu kadarı da olmaz!’ gibi itiraz cümleleri de gelebilir. Keşke olmasa ama, itiraz etmek veya görmezden gelmek, eksiği var fazlası yok denebilecek türden bu gibi olayların bizde hem de fazlasıyla olduğu, yaşandığı, işin kötüsü hala da olmaya ve yaşanmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmez.

Osmanlı Devleti, Batılılaşma kulvarına sokulduktan sonra Devlet yöneticilerimizin hemen hemen tamamının batı hayranı, taklitçisi ve her birinin de bir başta Batılı ülkenin Türkiye’deki çıkarlarının temsilcisi olduğunu görüyoruz. Hükümetlerin ve kurumların başına neredeyse kendi devletinden ve milletinden yana sadrazamlar ve yöneticiler gelmemiştir. Son devir sadrazamlarından kiminin İngiliz, kiminin Fransız, kiminin Alman, hatta kiminin Rus yanlısı olduğu söylenir. Aynı şey devletin bütün üst kademe yöneticileri, askeri ve sivil bürokratlar ve aydınlar için de geçerlidir. Devletin kurum ve kuruluşları da, en başta sadrazam olmak üzere üst yöneticilerin yakın, taraftar, bağlı, bağımlı ve hayran olduğu bir emperyalist Batı ülkesi model alınarak aynen kopyalanmaya çalışılmış, ona göre tesis ve tanzim edilmiş, kurulmuş veya değiştirilmiştir.

Peki, acaba şimdi, yani günümüzde durum nasıl? Bu kadar olup bitenlerden, yaşanmışlıklardan ders alıp akıllanabildik mi? Keşke öyle olsa ama buna olumlu bir cevap verebilme imkânına en azından şimdilik sahip olamadığız gerçeğini çok değil birkaç ay önce yeniden görmek zorunda kaldım.

Geçenlerde şehir içinde bir yerden bir yere giderken, bir yandan da arabanın radyosunun tuşlarına öylesine dokunarak bir istasyondan öbürüne dolaşıyordum. Bu arada bir programa denk geldim. Programın konusu bugünkü Devlet teşkilatımız, konuğu da adıyla sanıyla tanınmış bir profesörümüz, bir bilim adamımızdı. Anlatılanlar merakımı celbettiği için bu kanalda kalmayı ve programı ilgiyle dinlemeyi tercih ettim. Gideceğim yere vardığım halde arabadan inemedim, park edip sonuna kadar dinledim. Konuyu değişik yönleriyle ele alan ve değerlendiren profesörümüz; Türkiye’deki devlet kurumlarının yapılanmasında Fransız sisteminin esas alındığını, Danıştay, Sayıştay vb gibi bütün önemli kurum ve kuruluşlarımızın Fransa’dan kopya edildiğini, çünkü zamanın Sadrazamı Âlî Paşa’nın Fransız yanlısı, hayranı ve aşığı bir kimse olduğunu anlattı. Bu tarihi olayın gelişimini bütün teferruatıyla gözler önüne serdi. Çok doğru ve yerinde tespitleri vardı. Fakat Sayın Profesör’ün sözü getirip bağladığı yer beni çok şaşırttı. Kulaklarıma inanamadım. Düşündüm ki, o koskoca profesörün konuya bakışı ve değerlendirmesi, entelektüel seviyesiyle yüz yıl önceki üç Afrikalı gencinkiler arasında fazla bir fark yok. Demek ki ilerleme yolunda çok büyük mesafeler kat ettiğimizi iddia etmemize rağmen, gide gide bir arpa boyu yol gidememişiz. Sayın Profesör, konuyu ortaya koyarken ve olup bitenleri eleştirirken, ben sözün sonunu: ‘Niye biz de başka devletler ve milletler gibi kendi devlet yapımızı, sistemimizi ve kurum ve kuruluşlarımızı kendi yapımıza ve ideallerimize göre kendimiz kuramıyoruz?’ ‘Niye başka milletlerden, hiç de bize uymayan yabancı sistemleri aynen alıp taklit ediyoruz?’ ‘Niye başkalarından kurum ve kuruluş kopyalıyoruz?’ ‘Bu çok yanlış ve bizim gibi kendi töreleri, ayrı kimlik ve kişiliği olan, üstelik geçmişte de kendine göre işlerliği olan sistemler ve nizamlar kurabilmiş büyük bir millete hiç yakışmayacak bir şeydir!’ gibi bir yerlere bağlayacak zannettim. Anlatımlardan böyle bir umut ve beklenti içine girmiştim. Fakat ne yazık ki hiç de öyle olmadı! Fransız sisteminin bizim yapımıza hiç uymadığını söyleyen Profesör, tuttu aslında Fransız sisteminin değil de Anglo Sakson sisteminin kopya edilmesi gerektiğini, onun daha iyi ve bize daha uygun bir sistem olduğunu, bugün de Anglo Sakson sistemine geçecek olsak daha iyi bir şey yapmış olacağımızı üstüne basa basa savunmaya başladı. İyi ama bizim aydınlarımız, ilim, fikir ve devlet adamlarımız bu tartışmaları birbuçuk, iki asır önce yapmamış, o zamanlar da kimisi Anglo Sakson sistemini, kimisi Fransız sistemini, kimisi Rus sistemini, kimisi de hayranı, bağlısı, bağımlısı, yanlısı ve sempatizanı olduğu başka bir Batı ülkesinin sistemini almayı önermemiş ve savunmamış mıydı? Bunun için çok büyük mücadeleler vermemişler miydi? Eee şimdi ne olduk? Nerelere geldik? Demek ki yine aynı yerdeyiz. Hala havanda su döver gibi aynı boş ve anlamsız şeyleri tartışıp, savunup duruyoruz. Afrikalıları gençlerin trajikomik Batı hayranlığı gösterilerine herkesle beraber biz de gülüyor, üzülüyoruz ama biz ne haldeyiz? Binlerce yıllık tarihiyle ve mefahiriyle öğünen bir milletin evladı olarak, dünyaya bakışımızın, ilmi, fikri ve siyasi seviyemizin ve anlayışımızın bundan yaklaşık yüz elli yıl önceki noktada bulunması, aydınlarımız, ilim, fikir, sanat, siyaset adamlarımız, hatta hepimiz için utanılması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir husus değil mi?

Dahası da var! Bilindiği gibi, Avrupa Birliğine üyelik konusu yarım asırdan beri en önemli gündem ve tartışma maddelerimizden birini oluşturuyor. İyi tamam, tartışılsın, herkes fikrini söylesin! Tabii gerekçelerini de ortaya koyarak buna karşı çıkan çıkar, destekleyen destekler, savunan savunur. Bunda bir anormallik aramaz. Ama anormal ve utanç verici olan Avrupa Birliğine mutlaka üye olmamız gerektiğini, bunun bizim için sanki hayati bir mesele olduğunu, bir ölüm kalım meselesi olduğunu söyleyenlerden bazılarının öne sürdükleri gerekçelerdir. Neymiş efendim, biz kendimiz norm oluşturamadığımız, sistem, nizam, düzen kuramadığımız, standartlar geliştiremediğimiz için mutlaka Avrupa Birliğine üye olmalı, onların hazır sistemlerini, kurallarını, normlarını, standartlarını alıp kullanmalıymışız. Bu kadar pasif, edilgen, tepeden tırnağa aşağılık kompleksi akan, millete hakaret niteliği taşıyan bir gerekçeyi Türk milletine ve ona mensubiyet iddiasında olan hiçbir kimseye yakıştırılamaz. Ama ne yazık ki bu tür gerekçeleri, en itibarlı, etkili, yetkili ilim, fikir, sanat, siyaset ve devlet adamlarımızdan bile sık sık duyma talihsizliğini ve üzüntüsünü yaşamak zorunda kalıyoruz. Böyle bir gerekçeyle bir topluluğa katılmaya çalışmak hiçbir millete yakışmaz ama, hele Türk Milleti gibi tarihin derinliklerinden binbir tecrübeyle yoğrulup gelen, kendine has bir medeniyeti ve iddiası olan böyle büyük bir millete hiç yakışmaz, onun için çok utanç verici ve hiçbir şekilde kabul edilemez bir gerekçedir. Türk milleti tesadüfen veya zorla bir araya getirilmiş şuursuz kalabalıklardan oluşmuş, nevzuhur, hukuksuz, nizamsız, sistemsiz, töresiz bir topluluk değildir. Aksine Türk Milleti töreli, yani kendine has, yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği ve uyguladığı kurallar üzerine kurulmuş sağlam ve güçlü bir millettir. Türk kelimesinin eski kullanımlarından ve söyleyiş tarzlarından biri olan Törük sözcüğünün, Töre kelimesinden türetildiği, ‘Töreli Millet’ anlamına geldiği ciddi bir bilimsel varsayımdır. Türk Milleti, dünyanın çoğu ülkelerinde, törenin, hakkın, hukukun, kuralın, normun, nizamın, sistemin, düzenin bilinmediği, hele yöneticilerin kendi iktidarlarını sınırlandıracak hiçbir hak kukuk, kayıt-kuyut, nizam, sistem tanımadıkları, böyle şeyleri duymaya bile tahammül edemedikleri bir devirde, töreli, hak, hukuk, kanun, kural sahibi bir millet olarak doğmuştur. O zamanlar en sade vatandaşından en üst hakanına kadar herkes kendisini bunlara uymak zorunda hissediyordu. Ardından bu millet, nizamların, sistemlerin, törelerin en iyisini, en adilini, en iyi işleyenini kurabilmesi için tek eksiğini de Allah’ın neredeyse toptan ve hep birden gönüllerini açtığı İslamla tamamlamış, dolayısıyla dünyada herkese örnek olacak, huzur, barış, mutluluk getirecek dünyanın en iyi sistemini düzenini kurabilmek için başka hiçbir mazeretleri ve eksikleri kalmamıştır. Bütün dünyaya örnek olması gereken bu milletin asırlardır artık sistem, düzen, nizam kuramaz, norm oluşturamaz, hak, hukuk, adalet, töre geliştiremez hale gelmesi, kendini ve kendi törelerini tamamen unutarak binlerce yıllık düşmanlarının töresini, normunu, sistemini, kanun ve nizamlarını taklit etmeye, sorunlarına bunlarla çözüm, dertlerine bunlarla çare aramaya kalkması, hatta kendi kimlik ve kişiliğinden sıyrılarak onlara yamanmaya ve yaranmaya can atması çok ibret, elem, üzüntü ve utanç verici bir gelişme olduğu gibi, bu aynı zamanda hem bu millet hem de bütün dünya için felaketlerin en büyüğüdür. Bu husus bizim nedenlerini inceden inceye inceleyip araştırarak acil, kalıcı ve doğru çözümler üretmemiz gereken konuların başında gelmektedir.

31 Mart Vak’ası’nın Perde Arkası

Bizim Batılılaşma maceramızın günlük yaşamımıza yansımalarını gösteren komik veya trajikomik olaylarının yazılıp çizilmeyenleri, anlatılmayanları, dile getirilmeyenleri bir yana, bu alandaki yazılı edebiyatımızın bile küçük bir kütüphaneyi doldurabilecek büyüklükte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama bunlardan ziyade, bu maceranın tarihimizin dönüm noktalarını teşkil eden olaylara yansımalarını ve etkilerini objektif bir gözle bakarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak herhalde çok daha öğretici olacaktır. Örneğin sadece 31 Mart Vakası öncesinde, sırasında ve sonrasında Batılıların figüranlığını da bize yaptırarak üzerimizde oynadıkları oyunları tam anlamıyla görüp anlayabilsek, başımıza gelen felaketlerin sebep ve sonuçlarını da anlayabilir, sorunlarımız ve çözüm yolları üzerinde de önemli mesafeler alabilirdik. Belki bu tür olaylardaki komedi ve mizah unsuru ilk anda fark edilemeyecek kadar açık olamayabilir ama doğurduğu sonuçlar itibariyle içinde barındırdığı dram ve trajedi en katı kalpleri bile kanatacak, yakıp kavuracak niteliktedir.

Osmanlı Devletinin son döneminde çok önemli roller oynamış, devletin ve milletin başına türlü gaileler, belalar açmış, felaketler getirmiş Jön Türkler, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi oluşumların arkasındaki Mason ve Siyonist parmağı artık herkes tarafından bilinmektedir. Bu teşkilatların içerisinde bile yabancı devletler adına ve lehine sürüp giden, bazen birinin bazen öbürünün üstünlüğüyle sonuçlanan kanlı mücadeleler ve bunların doğurduğu sonuçlar belki yukarıda anlatılan zavallı Afrikalı gençlerin hikâyesi kadar komik olmayabilir, ama hem kendilerine hem de millete ve memlekete onlarınkiyle kıyaslanamayacak kadar büyük zararlar verdiği, felaketlere, acılara ve üzüntülere neden olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.

Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nca I. ve II. Meşrutiyet’in başlıbaşına mason kalkışmalar olduğu, II. Abdülhamid’in askeri darbeyle devrilmesinin ve II. Meşrutiyet’in ilanının 100. yıldönünü olan 2008 yılı da ‘Hürriyet ve Kardeşlik Yılı’ olarak ilan edilmiştir (http://www.gazeten.com/2-abdulhamitin-devrilisi-türk-masonlarının-zaferinin-100-yildonumu/).

İttihatçılar üyelerini genelde mason localarından seçerler, cemiyete çoğunlukla mason localarının süzgecinden ve sıkı kontrolünden geçebilenler üye olabilirler, toplantılar da genelde mason localarında yapılırdı. İttihatçılar hep ‘Hürriyet’ten, Eşitlik’ten, Kardeşlik’ten bahsederler, bu sloganlarla halktan da destek almaya çalışırlardı ama bu da halkı kandırmaya yönelik aldatmacadan başka bir şey değildi. Örneğin onların kardeşlik dedikleri şey, başka bir kardeşlikti. Cemiyet üyesi Ahmet Bedevi Kuran’ın verdiği bilgilere göre, cemiyetin mason locasına da üye olan üyeleri anababa bir öz kardeş, mason locası üyesi olmayan üyeleri ise üvey kardeş kabul ediliyordu. Peki ya hem mason locasına, hem de cemiyete üye olamamış sade ve sıradan vatandaş? O hiçbir konuda hesaba katılmadığı gibi, kardeşlikten, hürriyetten, eşitlikten de en ufak bir hissesi ve nasibi olamazdı.

Bilindiği gibi Masonlar ve Siyonistler tarafından 1889 yılında kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, süratle güçlenerek örgütlenip yayılmış ve padişaha 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti ilan ettirmeyi, parlamentonun toplanmasını sağlamayı başarmıştı. 17 Aralıkta toplanan Mecliste İttihatçılar çoğunluğu sağladılar. Fakat İttihatçılar tamamen homojen bir topluluk değildi. İçlerinde her türlüsü vardı. Özellikle Alman ve İngiliz yanlıları arasında kıyasıya ve çok kanlı bir mücadele vardı. Manastır’daki İttihatçılar genellikle İngiliz yanlısı, Selanik’tekiler ise Alman yanlısıydı. Almancı cemiyet üyelerine karşı muhalefet edenlerin başında İngiliz yanlısı bir mason olan Resneli Niyazi Bey geliyordu. 1908 yılında 160 kişilik birliğiyle Makedonya’da isyan ederek Ohri yakınlarında dağa çıktı. Sultan Abdülhamid Niyazi Bey’in arzusunu yerine getirmek için 22 Temmuz 1908’de Alman yanlısı Avlonyalı Ferit Paşa’nın yerine İngiliz yanlısı Said Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Sadrazamlığa getirilen Kâmil Paşa, İngiliz İntelligence Service Ajanı Fitz Maurice’in tabiriyle, ‘çılgınlık derecesinde bir İngiliz taraftarıydı’.

Niyazi Bey’in eyleminin Yıldız Sarayındaki etkilerini gören ve meydanın Niyazi Bey’e, dolayısıyla Manastır’daki İngiliz yanlısı gruba kalacağından endişelenen Selanik’teki Alman yanlısı İttihatçılar da bu sefer can havliyle Kolağası Enver Bey’i emrindeki askerler ve birkaç küçük rütbeli subayla dağa gönderdiler. Meşrutiyet’in ilanı 23 Temmuz 1908 günü önce İttihat ve Terakki’nin Manastır Şubesi, ardından da Selanik Şubesi tarafından top atışlarıyla ilan edildi. Daha İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluş günlerinde ortaya çıkan Alman yanlısı ve karşıtı eğilimler, 1908 ihtilalinden ve Meşrutiyetin ilanından sonra daha keskinleşti. İngiliz yanlılarının ellerini çabuk tutmasıyla başlangıçta işler İngilizlerin lehine gelişiyordu. Balkan komitacılığı türündeki ve usulündeki suikastler, cinayetler birbirini izliyordu. Olaylar 31 Mart Vakası olarak bilinen ve gizemini hala koruyan kanlı olaylara kadar vardı.

31 Mart Vak’ası mı? Alman – İngiliz Savaşı mı?

Her anarşi-terör, ihtilâl, ayaklanma ve kalkışma hareketinde olduğu gibi 31 Mart Vakasının da belli tertipçilerinin bulunması gerekir. Peki kimdi bu tertipçiler?

İrticai bir kalkışma, gerici bir isyan, şeriat yanlısı bir ayaklanma ve bir II. Abdülhamid tertibi olarak gösterilmesine rağmen, Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Mehmet Can ve Sina Aşkın gibi yakın tarihimiz konusunda uzman ve otorite olan tarihçilerimiz, 31 Mart Vakası’nın Sultan İkinci Abdülhamid’i tahttan indirmek ve Almanya taraftarı İttihatçıların gücünü kırmak için İngilizler tarafından tertiplenmiş bir olay olduğunu söylerler. Gerçekten de bu konuda çok önemli tespitleri ve inandırıcı delilleri de mevcuttur. Bunlar bir araya getirildiğinde 31 Mart Olayının İttihad ve Terakki’nin İngiliz taraftarı Manastır Teşkilatı ile Alman taraftarı Selanik Teşkilatı arasındaki, daha doğrusu İngiliz yanlıları ile Alman yanlıları arasındaki kanlı hesaplaşmanın ve mücadelenin bir görüntüsü olduğu açıkça görülebilmektedir.

Olay tam anlamıyla İngilizlerin ve Almanların Osmanlı topraklarında, Osmanlı Devlet yapısı içinde ve Osmanlı halkı üzerinde iktidar, güç, kuvvet gösterisinin ve yarışının bir yansımasıydı. Fakat işin garibi nasıl oluyorsa oluyor, gerçek durum çarpıtılıyor, her şey bambaşka gösteriliyor, olayların üstü örtülüp, saklanıp gizlenerek, bu 31 Mart Vakası’nın faturası da sonuçta bu olayla hiç ilgisi olmayan kesimlere özellikle de dindar Müslümanlara çıkarılıyor, olay resmî tarihe bir irtica hadisesi olarak geçiyordu. Bu olay basının ve resmi çevrelerin olup bitenleri nasıl çarpıtabildiğinin de tipik bir örneğidir. Bugün 31 Mart Vak’ası denilince pek çok kimsenin aklına, bu olayın genelde mürtecilerin (gericilerin) “Şeriat isteriz!” diyerek ayaklandığı, hürriyete, demokrasiye, ilericiliğe karşı bir irticâ hareketi ve kalkışması olduğu gelir. Hâlbuki 13 Nisan 1909 günü Avcı Taburları’nın isyanı ile başlayan, Rûmî takvimle 31 Mart 1325’e rastladığı için 31 Vakası olarak anılan bu olay bir halk ayaklanması değil, Osmanlı ordusuna mensup farklı birliklerin çatışmasından ibaretti. Bu işin içinde geniş halk kesimleri ve halkın rağbet edebileceği saygın din adamları yoktu. Kaldı ki bizim insanımızda özellikle devlet otoritesine baş kaldırma, isyan etme geleneği de yoktur. O yüzden bizim tarihimizde büyük halk hareketleri, ihtilalleri ve isyanları bulunmaz.

Meşrutiyetin ilan edilmiş ve İttihatçıların iktidarı ele geçirmiş olması İngilizlere yetmiyor, onlar daha fazlasını istiyorlardı. Çünkü Sadrazam Kâmil Paşa kendi adamları olmasına rağmen, orduda ve sivil yönetimde Alman yanlıları hala İngiliz yanlılarına göre daha etkili ve ağırlıklı durumdaydı. İngilizler bunu hazmedemiyorlar, Alman yanlılarının tasfiyesini istiyorlardı. Sadrazam Kâmil Paşa da Alman yanlısı İttihatçılardan kurtulmak istiyordu. Sadrazam bir ara Meşrutiyetin bekçiliğini yapmak üzere Selanik’ten getirilen Avcı taburlarını Yanya civarında isyan eden Yunan çetelerine karşı göndermek istedi. Fakat Alman yanlısı İttihatçılar bunu onu sadrazamlıktan alaşağı etmek için bir bahane olarak kullandılar ve meclisteki çoğunluklarına dayanarak onu gıyabında bir gensoruyla düşürme kararı aldırdılar. II. Abdülhamîd, meclisin kararına uyarak Kâmil Paşa’nın yerine 14 Ocak’ta Hüseyin Hilmi Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Kendi taraftarlarının, hükümette, idarede ve orduda daha fazla güçlenmesini isteyen ve bekleyen İngilizler bunun tam tersi bir gelişmeyle karşılaşınca kendilerini bir an önce harekete geçmek zorunda hissettiler. Nitekim isyancıların ilk talepleri arasında Alman yanlısı ekolün iki önemli ismi Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa ile Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza’nın azlinin bulunması boşuna değildi. Mektepli zabitlerin değiştirilmesi talebinin altında da Osmanlı ordusunun komuta kademesinin önemli noktalarını tutmuş Alman yanlılarını tasfiye amacı yatıyordu. İsyanın ardından Meclis Başkanlığına Almancı kanadın güvenilir adamı Ahmet Rıza’nın yerine İsmail Kamil Bey’in getirilmesi, bu zatın da darbeden sonra Britanya Büyükelçiliğine sığınması darbedeki İngiliz parmağının kanıtlarından biri olarak gösterilmektedir.

Kendi taraftarlarını iş başına ve daha etkin konumlara getirmek isteyen İngilizler bunun oynanacak oyunun senaryosunu yazmışlar, gerekli hazırlıkları yapmışlar, oyunda kullanacakları figüranları ve rol dağılımını ona göre yapmışlardı. Oyunun başrolü Derviş Vahdetî’ye verilmişti. Adı 31 Mart Vakası’yla özdeşleşmiş olan ve isyanın elebaşısı sayılan Derviş Vahdeti Kıbrıs’lı bir İngiliz ajanı, aynı zamanda da İngiliz yanlısı bir İttihatçıydı. Derviş Vahdeti yönlendirdiği grupları yayınladığı Volkan gazetesindeki İslâmî içerikli kışkırtıcı yazılarla ve nutuklarla tahrik ediyordu. Aslında İslâmcı, Şeriatçı, hürriyetçi, insaniyetçi söylemler ve sureti haktan görünen yayın politikası İngiliz taraftarlığını kamufle etmek için düşünülmüş bir araçtı. Volkan gazetesinde ordudaki alaylı-mektepli sürtüşmesi ve çekişmesi de körüklenerek, sonuna kadar istismar ediliyordu. Beklenen günün geldiğine kanaat getirildiğinde harekete geçildi. 13 Nisan (31 Mart) gece yarısı saat 04.00’te dördüncü avcı taburuna bağlı askerler subaylarını hapsederek isyanı başlattılar. Derviş Vahdeti, isyana ayak takımından bazı kimseleri de katmayı başararak, olaya güya bir halk ayaklanması şekli vermeye çalışmıştı. Ancak isyan meşru gerekçelerden, kuvvetli önderlerden, güçlü idarecilerden, en önemlisi de halk desteğinden mahrumdu. Bu yüzden de en başından beri çok sınırlı ve tecrid edilmiş bir hareket olarak başlamıştı. Hareketin başında az veya çok tanınmış kimse ve üst rütbeli subaylar yoktu. İsyanın en önde gelen askeri siması Hamdi Çavuş adlı biri olarak görünüyordu. Halk tamamen ayaklanmanın dışında ve olaya çok ilgisiz kalmıştı. Saygın din adamları ayaklanmaya katılmadıkları gibi, böyle bir isyanı açıktan açığa kınıyorlar ve tenkit ediyorlardı. Cemiyet-i İlmiye ve Hey’et-i Müttefika-i Osmaniye gibi dini ve siyasi kuruluşlar Meşrûtiyete bağlılıklarını ilan ediyorlar, isyâna açıkça karşı çıkıyorlardı. Derviş Vahdeti yine de ilk zamanlar duruma hâkim gibi görünüyordu. Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan önüne gelerek burada toplanan isyancılar, Tanin ve Şûrâ-i Ümmet gazetelerinin idârehâneleri tahrip ettiler. Devlet daireleri kapandı. İsyancılar Ahmed Rızâ zannederek Adliye Nâzırı Nâzım Paşa’yı, Hüseyin Câhit zannederek de Lazkiye Mebusu Emir Arslan’ı öldürdüler.

31 Mart Vakasını başlatan Avcı Taburları Balkanlardaki ayrılıkçı hareketleri bastırmak amacıyla Rumeli’deki Üçüncü Ordu’dan seçilerek kurulmuş, düzenli ordu komutanlarının emri altında gayri nizami harp için eğitilip örgütlenmiş, imparatorluğun ilk seyyar, özel harp birlikleriydi. Bunlar Balkanlardaki ayrılıkçı hareketlere karşı kontgerilalla taktikleri uygularlar, varlıklarını eylemleriyle ispat ederler, nizami savaş kurallarına uymazlar, düşmanı yenilgiye uğratmak için her türlü yol ve yöntemi mübah sayarlar, hiçbir hukuk, kural, kaide tanımazlar, hem yerleşim birimlerinde, hem de kırsalda örgütlenip eylem yaparlardı. Yani bugünkü anlamıyla JITEM, kontrgerilla, Ergenekon örgütlenmesi gibi bir örgütlenme modelleri vardı. Avcı Taburları Balkanlarda yararlı işler yaptıktan ve kontrgerilla savaşları içinde pişip uzmanlaştıktan sonra, bazıları onların bu deneyimlerinden başka alanlarda da yararlanmaya ve onları başka amaçlar için de kullanmaya kalkıştılar. Hatta Teşkilat-ı Mahsus’dan, Müdafaai Hukuk Cemiyetlerine, Kuvayı Milli’den bugünkü derin devlet yapılanmalarına kadar hepsinin kökenini bu Avcı Taburları örgütlenmesine bağlayanlar da vardır. Avcı Taburlarının komutanları, bunları seçip eğitenler arasında Resneli Niyazi, Enver, Cemal, Yakup Cemil, Cafer Tayyar, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref, Kazım Özalp, Kazım Karabekir gibi İttihatçıların önde gelen isimleri vardı. Avcı Taburlarına kendilerinden yani İttihatçı olmayan birinin dışarıdan nüfuz edebilmesi, onları kullanabilmesi, yönlendirebilmesi mümkün değildi. 31 Mart Olayını başlatan Avcı Taburları, Alman karşıtı subaylar tarafından, Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun kendileriyle aynı görüşteki birliklerden seçilmiş ve Meşrutiyetin bekçiliğini yapmak üzere İstanbul’a getirilip yerleştirilmiş özel birliklerdi. İsyanın elebaşısı durumundaki Derviş Vahdeti de onlardan biri, yani bir İttihatçı olduğu için, bunları etkilemesi, yönlendirmesi, ele geçirmesi ve kullanması mümkün olabilmişti.

Başlangıçta İngilizler lehine gelişen olaylar, Almanların ve Almanya yanlısı İttihatçıların durumu kendi lehlerine çevirmek için yeni tedbirler almalarıyla hızla tersine dönmeye başladı. İstanbul’da denetimi ellerinden kaçıran Alman yanlısı İttihatçılar asıl güç merkezleri olan Selanik’e kaçmışlardı. Buradaki Üçüncü Ordu’yu harekete geçirerek, hemen askerlerden ve gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden oluşan bir ordu oluşturdular. Edirne’deki İkinci Ordu ile temasa geçilerek bunların da bu orduya katılması sağlandı. Trenlerle İstanbul’a sevkedilen ve “Hareket Ordusu” adı verilen ordunun komutanlığına Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Hareket Ordusu 23 Nisan‘ı 24 Nisan‘a bağlayan gece İstanbul‘a girmeye başladı. Şehir bir gün gibi kısa bir süre içerisinde 25 Nisan 1909 günü Hareket Ordusunca ele geçirilerek sükûnet sağlandı, duruma hâkim olundu ve sıkıyönetim ilân edildi. Ayaklanmacılar fazla bir direniş gösteremeden Hareket Ordusu’na teslim oldular. Gelişmelerden hoşnut olmayan İngiliz, Rus ve Fransız elçileri, Abdülhamîd Han’a yardım teklifinde bulundularsa da teklifleri reddedildi.

İttihatçıların ileri gelenlerinden Mahmud Şevket Paşa ve Enver Paşa çok sıkı Alman yanlısı ve dostu idiler. Derviş Vahdetî’ye İngilizler akıl hocalığı yaptığı gibi, Hareket Ordusunun başında İstanbul’a gelen ve isyanı bastıran Mahmut Şevket Paşa’yı da Almanlar yönlendiriyordu. Alman General Goltz, Mahmud Şevket Paşa’ya olay sırasında sürekli olarak nasıl hareket edeceği hususunda taktikler veriyor, tavsiyelerde bulunuyordu. Kısacası perde arkasındaki gerçek savaş Almanya ve İngiltere gibi beynelmilel güçler arasında cereyan ediyor, bu kanlı mücadelelerin acı faturalarını da asırlar önce gücünü ve iktidarını kaybetmiş bu millet kanıyla, canıyla, malıyla ödemek zorunda kalıyordu.

Alman yanlısı İttihatçıların kazanması Derviş Vahdeti’nin de sonunu hazırladı. İngiltere kazandığı takdirde büyük bir ikbale kavuşacağını uman Derviş Vahdeti, Alman yanlısı İttihatçıların kazanması üzerine hemen kurulan Dîvân-ı Harp’te idama mahkum edildi. Kendisiyle beraber idama mahkûm edilen 56 isyancının cezaları 3 Mayıs – 25 Haziran arasında asılarak infaz edildi. İsyanın mahiyetini ve tertipçilerini araştırmak için kurulan komisyon kısa bir süre sonra dağıtıldı. Dolayısıyla olayların gerçek tertipçileri ve teşvikçileri de kesin olarak ortaya çıkarılmamış oldu. Aslında gerçek tertipçilerin bilinmesi pek istenmiyor, olayın Sultan Abdülhamid tarafından tezgâhlanmış irticai bir kalkışma olarak algılanması isteniyordu. Fakat bu olayın onun tarafından tertiplendiğine dair en ufak bir bilgi, belge ve kanıt yoktu. Abdülhamid’in yargılanmasını ve tahkikatın devamını isteyenlere Said Paşa: “Ya suçsuz çıkarsa hâlimiz nice olur?” diyerek tahkikatın durdurulmasının gerçek sebebini de açıklıyordu.

27 Nisan’da Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilerek yerine V. Mehmed Reşad tahta çıkarıldı. Sultan Abdülhamîd Han’ın hal kararı, Türk milleti için utanç verici bir şekilde içlerinde hiç Türk bulunmayan dört kişilik bir heyet tarafından kendisine tebliğ edildi. Abdülhamid kırk sekiz saat içinde mâiyyetiyle beraber Selanik’e gönderilerek, burada Alatini Köşkü’ne hapsedildi. 31 Mart Olayı’yla Meşrutiyetin örfîleşmesinin, İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ve baskıcı bir rejim kurulmasının da önü açılmış oldu.

İngilizler tarafından tertiplenen ve İngiliz ajanları tarafından uygulamaya konan darbeden başarılı, karlı ve kazançlı çıkan İttihatçıların Alman yanlısı kanadı, işi bir daha tesadüflere bırakmamak için daha sıkı tutmaya karar verdiler. İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki merkezî İstanbul’a nakledildi. Hükümeti ve devleti daha sıkı kontrol altında tutabilmek için Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı Bey gibi lider kadro İstanbul’a gönderildi.

Sahnenin önünde ve görünürdeki rollerde kim olurlarsa olsun, onlar birer piyon ve figüran olmaktan öteye geçemiyorlardı. Nitekim bu kanlı mücadelede de Almanya yanlısı İttihatçıların kazanmasıyla gerçekte Türk milleti değil Almanlar kazanmış ve Türkiye’nin adı da artık Almanca ‘Enverland’ olarak anılmaya başlamıştı.

Bunlar bir zamanlar olup bitmiş olaylar mı? Keşke öyle olsa!

12 Eylül 1980 askeri darbesi olduğunda ben, Almanya’da Köln Üniversitesinde dil kursuna devam ediyordum. Sınıfımızın yaklaşık dörtte biri Türk öğrencilerden oluşuyordu. Sabahleyin radyodan Türkiye’de askeri darbe olduğunu duyup, derse girdik. İlk dersimize giren hocamız Herr Behrendt, dünya tarihi ve siyasetiyle çok ilgili biriydi. Derse girer girmez bize hemen:

  • Çocuklar Türkiye’de askeri darbe olmuş, duydunuz mu? diye bir soru yöneltti. Sorusunu kısaca:
  • Evet, duyduk! diyerek cevaplandırdık. Ama o hemen bunun ardından şu cümleyi

ekledi:

  • Ben size bir şey söyleyeyim mi gençler?! Amerika çalmadan, Türkiye oynamaz!

Adamın bu sözleri sınıfta gülüşmelere neden oldu. Türk öğrencilerden bazıları ona hak verirken, içimizden kızanlarımız, gücenenlerimiz, darılanlarımız, itiraz edenlerimiz de oldu. Fakat adam bize:

  • Arkadaşlar! Ben bir tarihçiyim. Bu işler benim mesleğim. Siz gelin de benim

evimdeki tarih arşivimi görün! Bütün dünyada basınındaki önemli siyasi, sosyal, ekonomik gelişmeleri de çok yakından izlerim ve arşivlerim. Görüyorum bazı Türk arkadaşlar bu sözümden alındılar. Ama ben bunu onları kırmak veya hakaret etmek için söylemedim. Bu bir gerçek! Bu öyle durup dururken rast gele, kafadan atma söylenmiş bir söz de değil. Ben bir şeyler biliyorum ki söylüyorum. Arzu edenlerle de bilgilerimi paylaşırım. Ama siz böyle boş itirazlarla veya tepkilerle benim bu görüşümü değiştirmezsiniz.

Ne diyebilirdik? Demek ki adamın gözünde bizim görüntümüz ve imajımız buymuş.

Elin Almanının bile yakından bildiği bazı gerçekleri biz de bilip bunları olumlu yönde değiştirmeden, adamın gözündeki bu imajımızın değişmesini beklemek de saflık olacaktı.

Bu Millet Adam Olur mu?

Birbiriyle ilgisiz, alakasız ve bağlantısız gibi görünseler de, eğer dikkat edilir ve derinlemesine düşünülecek olursa anlatılanlar arasında çok büyük bir ilişkinin olduğu görülecektir. Bizde bunlar olmuşken, hala da olmaya devam ediyorken, biz bile kendimizi bize yakışmayacak durumlar, tutum ve davranışlar içine düşmekten kurtaramazken, o zamanlar bizden daha zor ve sıkıntılı durumlardaki bizi önder ve lider gören İslam coğrafyalarında kim bilir neler oldu, oralardaki Müslümanların başına neler geldi? Bunları bilmeden ve dikkate almadan çoğunun kaderleri bize bağlı, durumları bizden daha beter olan, önemli bir bölümü yabancıların sömürgesi olmuş, onların esareti altına inim inleyen zavallı Müslümanlardan güçlerinin yetmeyeceği olağanüstü fedakârlıklar beklemek, hele hele onların her türlü imkansızlıklara rağmen ortak değerlerimiz için katlandıkları büyük fedakârlıkları, görmezden gelmek, küçümsemek akılla, mantıkla, insafla bağdaşır bir tutum olmadığı gibi bize de hiç yakışmaz. Önemli olan her şeyi olduğu gibi ve doğru bir biçimde görüp değerlendirebilmek ona göre üzerimize düşen görev ve sorumlulukları eksiksiz yerine getirebilmektir. Öte yandan buraya kadar anlatılan olaylardan, sergilenen bazı karanlık ve karamsar tablolardan, bu milletin bir daha asla ayağa kalkamayacağı, adam olamayacağı gibi bir anlam da çıkarılmamalıdır. Böyle yanlış değerlendirmeye neden olmamak için öğrencilik yıllarımda başımdan geçen bir olayı okuyucuyla paylaşmak isterim.

Benim öğrencilik yıllarım, Türkiye’nin hemen her yerinde anarşi ve terörün kol gezdiği, kimsenin can ve mal güvenliğinin kalmadığı yıllardı. Günlerden bir gün, bir kahvede oturmuş, bir arkadaş grubuyla millet ve memleket meseleleri üzerine sohbet ediyorduk. Herkes gibi biz de:

  • Ne olacak bu memleketin hali? diye söze başlamıştık. Fakat karşımızdaki olumsuz

tablo, içler acısı manzara, memleketin hâl-i pür melâli hepimizin içini iyice kararttı. Konuştukça, söyleştikçe hepimizin içini daha büyük bir umutsuzluk ve karamsarlık sarıyordu. Epey bir konuşup dertleştikten sonra, arkadaşlarımızdan birisi:

– Yok arkadaş yok! İmkânı yok! Bu millet adam olmaz! Bu memleket düzelmez! yargısıyla hepimizin ortak kanaatini, duygu ve düşüncelerini özetlemiş oldu. Hiç kimseden en ufak bir itiraz sesinin yükselmemesi bu yargının herkesin zımni kabulüne mazhar olduğunu gösteriyordu.

Bu arada yan masalardan birinde oturan ve o ana kadar da hiç birimizin dikkatini yaşlı bir adam yerinden kalktı, bizden doğru dürüst izin bile istemeden, sadece selam verip sandalyesini masamıza yanaştırdı. Allah’ın selamı havada kalmasın diye selamını isteksizce aldık ve:

  • Allah, Allah! Bu adam da kim?

gibilerden birbirimize bakışmaya başladık. O hiç oralı olmadan hemen bize bir soru yöneltti:

  • Kusuruma bakmayın gençler! Epey zamandan beri sizi dinliyorum.

Konuştuklarınız beni de ilgilendirdiği için kulak misafiri olmadan edemedim. Yahu çocuklar! Nedir bu milletten sizin alıp veremediğiniz, Allah aşkına! İki millete verip veriştiriyorsunuz?

Bu garip adamın kılığından kıyafetinden öyle eğitimli, bilgili ve kültürlü biri olmadığı, mektep medrese görmemiş, okuryazarlığı da şüpheli, sıradan, dümdüz, sade, mütevazı, yoksul bir Anadolu köylüsü olduğu hemen anlaşılıyordu. Kendi haline durumuna bakmadan damdan düşer gibi bize böyle bir soru sorması hepimizi şaşırttı. Başlangıçta onun gibi ihtiyar bir Anadolu köylüsünün bu kadar önemli konularda söyleyebilecek bir sözünün, dinlenmeye değer bir fikrinin, düşüncesinin, görüşünün olamayacağını düşünüyorduk ama yine de adamcağızı terslemek işimize gelmedi. Zaten ciddi ve önemli konular hepimizi çok sıkmış, kasmış, germişti. Biraz da bu yaşlı adamla konuşmanın, hatta onu tiye almanın bizi rahatlatacağını, stresimizi, gerginliğimizi atmamıza yardımcı olacağını, aramızda dolaşan anlamlı tebessümlerle birbirimize hissettirdik. Arkadaşlardan birisi hemen karşı bir soruyla yaşlı adamı sıkıştırmak istedi:

– Niye amca? Ne var bizim konuştuklarımızda? Şurada oturmuş milletin

memleketin halini, derdini konuşuyoruz. Anlattıklarımızın hepsi de bizim bizzat gördüğümüz, yaşadığımız gerçekler! Bizim gibi siz de uzaydan gelmediniz, bu memlekette yaşıyorsunuz. Bizim söylediklerimizde gerçek dışı, yalan, yanlış, uydurma bir şey mi var? Varsa söyleyin, biz de bilelim!

  • Yok evladım, yok! Ben sizin milletin, memleketin bugünkü haliyle

ilgili söylediklerinize bir şey demiyorum. Olup bitenlerle ilgili söylediklerinizin, anlattıklarınızın hepsi doğru! Üstelik söylediklerinizin eksiği var, fazlası yok! Ne yazık ki gerçek durum sizin anlattıklarınızdan da beter! Hem ben sizin memlekette ve millet arasında iyice yaygınlaşmış, bu millete hiç yakışmayan kötülükleri, yanlışlıkları, hataları görebilmenize, dile getirmenize, eleştirmenize çok sevindim. Demek ki siz de bunlardan hoşnut değilsiniz! Zaten sizi de bu yüzden sevdim ve hiç çekinmeden gelip yanınıza oturdum. Anlattığınız şeyler çok acı ama gerçekten de çok doğru şeyler. Bunlar maalesef bizim gerçeklerimiz. Ama siz o kadar doğruları söyledikten sonra, tuttunuz sözün sonunu hiç olmayacak, çok yanlış bir yere bağladınız. Benim itirazım buna!

  • Biz size ters gelecek ne söyledik, nasıl bir yargıya vardık amca?

– Daha ne diyeceksiniz evladım? Bu millet bir daha hiç adam olmaz, bu

memleket bir daha asla düzelmez, diyen siz değil misiniz? Uzun uzun konuşup söyleşip, hepinizin ortak olarak vardığı hüküm ve karar bu olmadı mı? Yoksa ben mi yanlış duydum?

– Evet, öyle oldu!

– İşte ben de diyorum ki, bu çok yanlış ve insafsız bir karar ve hüküm! Böyle bir hükme ve karara, nasıl ve nereden varıyorsunuz?

– İyi ama amca, bu hükmün neresi yanlış? Milletin ve memleketin durumunu, yaşananların, olup bitenlerin bizim anlattıklarımızdan bile daha beter olduğunu siz kendiniz söylüyorsunuz. Ne yani, her şey bu kadar ayan beyan ortadayken, şimdi siz kalkıp, hala ‘Bu millet bir daha adam olur, bu işler tekrar düzelir!’ diyebiliyor musunuz?

– Tabii evladım, elbette öyle diyorum! Bu millet elbette yine adam olur, bu işler muhakkak gene düzelir!

  • Etmeyin amca! Nasıl böyle bir şey diyebiliyorsunuz? Nasıl olacak bu?

Sonra biz hepimiz üniversite öğrencileriyiz. Bizim fikrimizin yanlış, sizinkinin doğru olduğu nereden belli? Siz nasıl böyle bir iddiada bulunuyorsunuz, iddialarınızı neye dayandırıyorsunuz?

– Bakın gençler! Evet hepiniz üniversite öğrencilerisiniz. Ama maalesef işte böyle ileriden geriden, olmuştan olacaktan doğru dürüst haberdar olmadan, tam ve doğru bilgilere dayanmadan, sadece sonuçlara, ortadaki olumsuzluklara bakarak ve sırf bunlardan yola çıkarak peşin ve yanlış hükümlere varıyorsunuz. Ben bunu size hiç yakıştıramıyorum. Olaylar, hele milletler hakkında, bütün evveliyatını, geçmişini tam olarak bilmeden ve anlamadan, o andaki duruma bakıp hüküm verilir mi? Her şeyin, basit bir olayın bile bir görünen, bir de görünmeyen yüzü, arka planı, geçmişi vardır. Bu dünya bir sebepler dünyasıdır. Sebepler bilinmeden ne olaylar anlaşılabilir, ne de onlardan bir ders çıkarılabilir. Sizin yaptığınızın, her nasılsa ayağı bir defa sürçmüş cins bir atı, ‘Bundan bir şey olmaz!’ diyerek çekip vurmaktan bir farkı yoktur. Bir bakın bakalım, ne olmuş da ayağı sürçmüş! Kabahat atta mı, sahibinde mi, yolda mı? Öyle ya, hayvanın nalı, mıhı eksik olabilir, bakımsız, eğitimsiz bırakılmış olabilir, aç, susuz veya hasta olabilir, bozuk, kötü bir yola sokulmuş olabilir! Neyse şimdi söyleyin bana bakiyim, bu millet daha yeni ortaya çıkmış, türedi bir millet midir?

  • Yok amca, o kadar da değil! Bu milletin çok köklü bir geçmişinin,

şanlı bir tarihinin olduğunu herkes bilir.

  • Yani bu millet geçmişte, tarihte adam olabilmiş değil mi?
  • !!!! ????

Yaşlı adamın bu sorusu bizi biraz daha şaşırtmıştı. Ona cevap yetiştirmekten yılgınlığa

düştüğümüzü anlamış olmalı ki, biz bir şey diyemeden o sözüne devam etti:

  • Olmuş evladım olmuş! Hem de nasıl ve kaç defa olmuş. Öyleki bir

milletler mezarlığı olan tarihte, bu millet gibi, bu milletin adam olduğu kadar hiçbir millet adam olamamıştır. Hele Müslüman olduktan sonra bu millet, Allah’ı da Allah’ın yerdeki ve gökteki kullarını da hoşnut ve razı edecek çok büyük ve çok güzel işler de başarabilmiş bir millettir.

  • Eeeee?
  • Eee’si evladım, bir şey bir defa bile olmuşsa onun tekrar olamayacağı,

birisi bir işi bir defa başarabilmişse, aynı işi veya ondan daha iyisini tekrar başaramayacağı iddia edilebilir mi? Bir kere olabilen, bir daha niye olamasın? Hele defalarca tekrarlanmış büyük başarıları ortadayken, ‘Yok bu millet bir daha adam olmaz!’ diye iddia ve inat etmenin ne anlamı var? Ayrıca bu millet öldü mü ki, bu milletten bu kadar ümit kesiyorsunuz?

  • Amca insanlar gibi milletler de yaşarlar ve ölürler. Bizim millet de

şimdilik ölmedi ölmesine ama pek de öyle sağlıklı ve sağlam görünmüyor!

  • Doğru! Sağlık da hastalık da, iyi gün de kötü gün de, zillet de izzet de

insanlar içindir. Her hasta olan ölseydi, dünyada kimse kalmazdı. Peki, size bir soru daha! Söyleyin bana bakalım, bu milletin içine düştüğü en kötü hal bu hal midir?

Biz soran gözlerle yine birbirimize bakıştık. O bizim cevabımızı beklemeden devam etti:

  • Tarihe dönüp bakarsanız, bu milletin bundan çok daha zor durumlara,

kötü hallere düştüğünü, ama Allah’ın yardımıyla bunların hepsinden de kurtulmayı başarabildiğini, üstelik eski halinden çok daha üstün seviyelere ulaşabildiğini görürsünüz. Öyleyse, bu millet, itile kakıla düşürüldüğü bugünkü çukurdan da niye bir daha çıkamasın? Niye bir daha düzelemesin?

Adamın anlattıkları karşısında hepimiz pes etmiştik. Aslında içinde cevabı da gizli olan sorusuyla ilgili ondan daha geniş bir açıklama alabilme ümidiyle sorduk:

  • Olur mu amca? Bu millet gerçekten düzelebilir mi?
  • Olur evladım, olur! Hem de bal gibi olur! İnanın ki bu millet düzelir.

Hem de bozulduğundan daha kolay düzelir. Bu millet adam olur. Hem de olduğundan bin kat daha iyi ve fazla adam olur. Yeter ki buna inansın, güvensin ve gelecekten ümidini kesmesin! Allah’ın gelecekte kendisine hazırladığı büyük nimetlere ve tecellilere gerektiği gibi hazırlansın! Allah’a tevekkül etsin, sabırlı, azimli ve kararlı olsun!

  • Nasıl olacak bu amca! Bunun yolu yöntemi nasıl?
  • Bizim millet genellikle yukarıdan düzelir evladım. Başında ona doğru

dürüst rehberlik ve önderlik edebilecek, iyi, düzgün, ehliyetli, liyakatli, dirayetli liderlerle, önderlerle, yöneticiler olunca bizim milletin neler yapabileceği, ne büyük başarılar elde edebileceği tahmin bile edilemez. Bu millet, herkesin artık öldü, bitti, tükendi, yıkıldı, söndü gitti dediği zamanlarda bile Allah’ın lütuf ve yardımıyla hiç beklenmedik şekillerde hep yeninden var olabilmiş, dirilebilmiş, canlanabilmiş, alevlenebilmiş bir millettir. Niçin yine öyle olmasın? Ne kadar bozulursa bozulsun, bu milletin içinde yine de asla ölmeyen, kaybolmayan bir öz, bir cevher, bir kök, bir köz vardır. O köz ne kadar küllense de, bakarsın ki umulmadık bir zamanda yeniden alevlenivermiş. Ben yine öyle olacağına bütün kalbimle inanıyorum ve bunun için de her zaman Allah’a bütün kalbimle dua ediyorum. Benim bu yaştan sonra yapabileceğim bu. Ama sizlen daha gençsiniz, önünüzde de daha uzun yıllar ve pek çok imkânlar var. Ama bunun için her şeyden önce iyi yetişmiş, kaliteli, nitelikli insanlara, nesillere ihtiyaç var. Siz o ihtiyaçları karşılayacak şekilde kendinizi yetiştirmeye çalışın. Bu milletin bozulduğundan daha kolay ve çabuk düzeldiğini, olabildiğinden çok daha ileri ve üstün olduğunu ben göremezsem bile inşaallah siz görürsünüz!

– İnşaallah!

Gerçekten de bizim bazı insanlarımız fazla eğitimli, hatta okuryazar bile olmamalarına rağmen, bazı konularda dünyanın en etkili, en yetkili, kendini beğenmiş ilim, fikir ve siyaset adamlarına bile taş çıkartacak büyük bir irfana sahiptir. Bu basit, sıradan ve yaşlı Anadolu insanının da bu kadar değerli fikirlere sahip olabileceği, böyle büyük sözler edebileceği, ne benim, ne de diğer arkadaşlarımın aklından, hayalinden bile geçmezdi. Hiç kimseden duyamayacağımız çok önemli gerçekleri kendisinden duymuştuk. Hepimiz ‘Bu millet adam olmaz, bu memleket düzelmez!’ yargısının ne kadar yanlış ve haksız bir yargı olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ondan öğrenmiş, böyle bir yargıyı dillendirdiğimiz veya sükûtla da olsa tasdik ettiğimiz için çok utanmıştık. O günden sonra ben bir daha böyle aşırı genellemeleri ağzıma almamayı, bu tür olumsuz yargıları, görüş ve düşünceleri tasdik etmemeyi kendime ilke, yol ve yöntem edindim.

Sonuç

Bu yazımızda Halifenin kutsal cihad çağrısının İslam âleminde uyandırdığı olumlu

etkileri ve bunun temelinde yatan psikolojik, dini, milli, manevi faktörleri somut delilleriyle ortaya koymaya çalıştık. Belki okuyuculardan Halifenin kutsal cihad çağrısına uymayanlar, bu çağrıya rağmen ortak düşmanlarımızla beraber olan ve bize karşı onlarla beraber aynı safta yer alıp savaşanlardan fazla bahsetmediğimi düşünenler olabilir. Fakat yazının tamamı okunduğunda böylelerinin de bulunduğu, mevcut şartlar altında olmasının da son derece normal karşılanması gerektiği, başka türlüsünün düşünülemeyeceği kolaylıkla anlaşılacaklardır. Biz bu kutsal cihad çağrısına uyanların ve uymayanların hangi psikolojik, dini, milli, siyasi, sosyal, ekonomik saiklerle, duygu ve düşüncelerle hareket ettiklerini anlamaya ve ortaya koymaya daha fazla ağırlık verdik. Bütün İslam dünyasının önderi sayıldığımız halde Hilafet Kurumu, İslam kardeşliği gibi dini ve milli duygular ve kurumlar bizim kendi içimizde bile o kadar örselenmişken, Halifenin uyulmaya değer olduğu son derece tartışmalı olan bu kutsal cihad çağrısına çoğu özgürlükten mahrum ve esaret altındaki bütün dünya Müslümanlarının toptan, hep beraber ilgi ve rağbet göstermeleri, çok daha fazla destek vermeleri beklenemezdi. Fakat her şeye rağmen bu çağrıya dünyanın değişik coğrafyalarından hak ettiğinden fazla bir ilgi, rağbet ve desteğin geldiği, hatta bu desteğin Kurtuluş Savaşımız boyunca da devam ettiği inkarı mümkün olmayan tarihi gerçeklerdendir.

Bizim için, ortak inanç, dava ve ideallerimiz için olağanüstü fedakârlıklar gösteren, canını, malını, tacını, tahtını, hatta her şeyini gözünü kırpmadan feda eden Müslümanların da bulunduğunu iyi bilmek, onları her zaman rahmetle, saygıyla minnet ve şükranla anmak, onların bizim için hayati önemdeki fedakârlıklarını asla unutmamak, her türlü övgünün üstündeki çaba ve gayretlerini yok saymamak, azımsayıp, küçümsememek, böyle bir tutum içine girenleri de durumlarına göre uyarmak veya ağızlarının payını vermek hepimizin boynunun borcudur. Bu gerçekler zaman zaman sayıları az da olsa insaf sahibi İttihatçılar tarafından da ifade edilmiştir. Nitekim bu olayları en yakından ve iyi bilenlerden, sıcağı sıcağına türlü olaylarla en yoğun şekilde yaşayanlardan, İttihatçıların önde gelenlerinden biri olan Teşkilatı Mahsusa’nın (Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının dedesi sayılır) efsanevi Başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey, bizim o toprakları niçin ve nasıl kaybettiğimizi şöyle açıklıyor:

“Trablusgarp Harbi, bizim hangi kuvvetlere istinad edebileceğimizi tereddüde mahal bırakmayacak bir şekilde ispat etmişti. Biz Trablusgarp’te yerlilerden gördüğümüz alaka ve sadakati bütün İslam dünyasında, her tarafta göreceğimizi düşünüp ona göre tedbirler alsaydık, ne Şerif Hüseyin ihaneti olurdu, ne Filistin’i, ne Suriye’yi, ne de Irak’ı kaybederdik. Bu kadar zor şartlar altında, bu hazin dekorlar ve tablolar da yaşanmazdı. Bizim en büyük hatamız, aklımızın iş işten geçtikten sonra – maalesef o da hatalı şekilde- başımıza gelmiş olmasıdır. Trablusgarp’ta Mısır bize en cömert şekilde el uzattı. Halkın kalbi bizimleydi. Sunusi’ler bize inanarak kanlarını döktüler. Yemenliler bize ikram ettiler. Bizi gadre uğramış büyük bir milletin çocukları olarak, kara günlerimizde kendi topraklarının şerefli müdafileri saydılar.”

Ayrıca şurası da unutulmamalıdır ki, eğer oralarda o mücadeleler verilmese, o fedakârlıklar gösterilmese, Müslüman kardeşlerimizin bizim için hayati önemdeki o büyük yardım ve destekleri olmasa, belki biz bugün sıkışıp kaldığımız bu küçücük Anadolu coğrafyasında bile varlığımızı sürdüremeyecektik.

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz