Hukuk Neden Emekten Yanadır?

 “İslam Hukukunda Gaye Problemi” adlı kitabının, Hukuk’un Özel Gayeleri bölümü, Emeğe Dayalı Muameleler başlığı altında, “servetin iki temel unsurunu mal ile emek olarak tanımlayan Muhammed Tahir b. AŞUR (1879-1973) Hukuk’un, malî tasarruflarla ilgili hükümlerinde, fert ve toplum için servetin artırılmasını gaye edindiğini” ifade etmektedir.

İslam Hukuku’nun emekten yana tavır almasının ana nedenlerinden birisi, ekonomik büyümeyle ferdi ve toplumsal refahın doğru orantılı olarak gerçekleşmesi gerekliliğidir. Servetin belli bir zümre arasında dolaşıp duran bir devlet haline gelmesini kesin olarak yasaklayan İslam (Haşr, 7), ücrete, gerçekleştirilebilir eşitliğe ulaşabilmenin en doğru yolu olarak bakıyor (Nahl 71). İslam’ın, servet için, ekonomik adalete uygun bir dolaşım modeli üretmediğini ya da temel prensiplerini belirlemediğini düşünmek; kıyamete kadar insanlığın tüm sorunlarını çözme iddiasında olan Kur’an’ı inkâr ve son Resulün ekonomik ve siyasi faaliyetlerini amaçsız ve ilkesiz yürüttüğüne inanmak olur. İslam açısından iktisadi konulara eşitlikçi bir itikatla yaklaşılması gerektiğini önceki yazılarımda yeterince açıkladığımı zannediyorum. Eşitlik prensibi göz ardı edilen hiçbir konuda varılacak süreç ve sonucun İslamiliğinden söz edilemez. Uygulayıcıların Müslüman olması durumu değiştirmez.

Servet; meşru akitler, emek ve sermayenin aldıkları risk, harcadıkları efor ve zamanla doğru orantılı olarak artıyorsa, meşrudur. Emeğin zayıflığından yararlanan sermayenin emeğe düşük ücret politikasıyla, otorite boşluğundan yararlanarak stokçuluk, ihtikâr, tefecilik yapanların itikadı aynıdır. Ve bu gayrimeşru faaliyetlerin ekonomik ve sosyal sonuçları da aynıdır. Kamuda adaletle dolaşması gereken servet, dar bir zümrenin elinde dolaşmaya başladığında, gücünün üst sınırlarında çalışsa da yoksulluktan kurtulamayan insanların olduğu toplumlarda, çalışmasa veya servetini çalıştırmasa da zenginleşen insanlar ortaya çıkar. Böylece toplumları lanetlenmeye götüren sebeplerin yaygınlaşması için zemin oluşur. Fesadın/çürümenin temel denklemi de budur. İnsanların karnını doyurmak için meşru olmayan yollara sevk edilmesi, servet ve güç ve iktidar sahiplerinin sorumsuzluklarından kaynaklanmaktadır.

Kur’an’ın biriktirip gizlenmesini “kenz” ve “avf” olarak nitelendirilip kınadığı mal ve servet, ya işletilerek/işlettirilerek, ya vakfedilerek ya da infak yoluyla kamuya geri döndürülmek zorundadır. “Servetin bu üç durum dışında biriktirilip elde tutulabilmesinin caiz yolu, “sosyal adalet” için gereken finansmanı sağlamak üzere yüzde iki buçuktan (%2,5) az olmamak kaydıyla toplumda hiç kimsenin havaic-i asliyesinden mahrum olmayacağı orana kadar her yıl için zekât ödemektir (Hayrettin Karaman/Yeni Şafak).” Bireysel ve toplumsal düzlemde ekonomik adaletin tesisi ve refahın yükseltilmesi için, kamuya yayılmasının en iyi, en sağlıklı ve doğru yolunu Kur’an ve Sünnet ifade etmemiş olsaydı bile ahlak sahibi her akl-ı selim için alın teri/emek ve yüklenilen risk olarak kabul edilmesi gerekirdi.

Sosyal adalet ve ekonomik adalet Müslümanlarca sürekli olarak birbirine karıştırılan kavramlardır. Sosyal adalet, Müslüman zihinde ekonomik adalet kavramını örten bir fonksiyona da sahiptir. İlk Müslümanların bu kavramları telaffuz etmelerini elbette beklemiyoruz. İlk dönem Müslümanlarının her türlü ekonomik faaliyetlerini eşitlik zemininde adaletle yürüttüklerini aşikâr bir gerçek olarak görüyoruz. Ancak İslam ekonomisi üzerine çalışanların ekonomik adalet kavramı üstünde durmamaları hayret-i muciptir. Eğer cahiliye dönemi ekonomisiyle “Hz. Muhammed’in uyguladığı ekonomi arasında fark yok, pazarın İslam öncesi sonrası olmaz”, diyebiliyorsak ancak bu günde piyasa şartları nasıl gerektiriyorsa öyle vaziyet almamız gerekiyor diyebiliriz.

Ancak biz olduğuna inanıyoruz hatta bu inançtan öte somut uygulamalarıyla görüyoruz. Bu farkların birincisi ve en önemlisi ekonomik adalettir. Ekonomide, sosyal adaletin finansman payı, toplumun en zayıf kesimlerinin havac-i asliyesini ve bazı temel maslahatları karşılayacak kadardır. Bu toplam ekonomik değerlerin kırkta biri değil, atıl servetin kırkta biridir. Genel ekonomin içinde devede kulak bile değildir. İkisi arasındaki fark Sosyal Güvenlik Kurumlarının bütçesi ile Gayr-ı safi Milli Hâsıla artı, Hazine ve Ülkelerin sahip olduğu tüm varlıklar arasındaki fark kadardır. Bu kadar büyük bir farkı günümüz İslam bilginlerinin görememiş olması, üzerinde ciddi çalışmalar yapılması gereken bir konudur. Sosyal adalet, zekât düşen malın bile tamamını değil kırkta birini ya da biraz fazlasını ilgilendirmektedir. Ekonomik adalet ise sahip olunabilir mülkün tamamı, servetin kazanım, durum ve işletiminin tüm aşamalarını kapsayan bir kavramdır. Tebarüz ettirmeye çalıştığım ise üretilen değer üzerindeki paylaşımın sermaye sahipleri arasındaki eşitlik zeminine adaletle yapılması gibi sermayedarlar ile emekçiler arasında da aynen uygulanması gerekliliğidir.

Tarih boyunca uygulanan yarıcılığın modern zamanlarda da her türlü işletmede eşitlik zemininde adaletle uygulanmasının neden zorunlu ve nasıl mümkün olacağını inşallah bir sonraki yazıda hem kuramsal hem de örnekleme üzerinden Sayın Somel’in son iki yazısını, soru ve eleştirilerini de dikkate alarak yazacağım. Bu makaleyi Aşur’un Emek-Sermaye ortaklığının temel prensiplerini sekiz maddeyle belirlemeye çalıştığı yazısına ayırdım.

Aşur, Yarıcılık sistemini “çalışmaya ve üretimde bulunmaya gücü yettiği halde, elinde iş yapabilmesi için yeterli malı olmayan kimselerin çok oluşu, malı ve serveti olanların da mallarını üretime sokacak emeğe sahip olmamaları” olarak belirlemekte ve İslam dönemi Medine uygulamalarına dayandırmaktadır. Bu uygulamanın İslam Hukuku’nun “malî muameleleri üzerine kurulduğu genel hukuk kaidelerinden bazılarına aykırı düşmeye yol açabilecek unsurlar garar/belirsizlik içermesine rağmen, özelde emek ve genelde kamu lehine yararlarından dolayı caiz görüldüğünü ifade etmektedir.”

İncelediği akitler; emeğin yalnızca emekle, sermayenin yalnızca sermayeyle katıldığı “icâretu’l ebdân, icâre-i ademî, musâkât, muğârese, kıraz (mudârabe), cu’l (mükâfat) ve muzâra,94 kişinin bedeni ve zekâsı ile ortaya koyacağı emeği (ameli) ve ömründen geçecek bir zaman üzerine yapılan muameleler ve emekçinin az da olsa mal ile de ortak olduğu muğârese ve musâkâttır.”

Bu akitlerde, “musâkât veya muzâra’ada, çalıştığını fakat meyve vermediğini, cu’lde çalıştığını fakat akit konusu (aradığı kayıp malı) bulamadığını, kırazda (mudârebe) çalıştığını, fakat kâr elde edemediğini düşünelim. Emekçi vaktini bu muamelelerde zayi etmiş, çalışmanın zorluğuna katlanmış, fakat eline hiçbir şey geçmemiştir. Zararı söz konusudur. Ancak hukuk, bunu dikkate almamıştır. Çünkü insanların işsiz durumda bulunmalarının kendileri ve toplum için zararı bazı hallerde kaybetmeleri zararına uğramalarından daha kötüdür” demektedir. “Emekçi bunun dışında hiçbir riske ortak edilemez ve çalıştığı sürede havaic-i asliyesi, temel ihtiyaçları da sermayeden karşılanır.” (Yrd. Doc. Dr. Recep ULUSOY, -Mudarebe-)

Bütün bu akitlerin pratiğine baktığımızda İslam’ın insanların eşitliği prensibini ekonomik faaliyetlere en güzel şekilde giydirildiği bir üretim modeliyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. İslam’ın temel prensiplerinin toplumun teşekkülünde her alana yansıtılmış olması hiçbir akıl ve izan sahibine garip gelmez. İnsanların eşitliği prensibinin göz ardı edildiği akitlere İslam’ın olur vereceğini düşünmek bile son derece yuka/hafif bir akıldır. Konuya usulî bakmak bir yana fürûattan bile değil, teferruattan bakmak olur.

Esasında bu akitlerdeki belirsizlikleri “garar’ olarak değil, “sermaye ile emeğin karşılıklı olarak aldıkları, riskler” diyebiliriz. Sermayenin malını artıramama veya tamamını kaybetme, emeğin ömründen bir süreyi temel ihtiyaçları karşılığı, başka bir değişle boğazı tokluğuna geçirmiş olma ve umduğu kazançları elde edememe riskidir.

Bir toplumda bir kişinin yalnız günlük harcadığı eforu yerine koyacak, giyinecek, barınacak ve korunacak kadar bir ücret mukabili akit imzalayacak kadar aciz olması, köleliğin bir başka şekilde yeniden üretilmesi olacağı için, İslam hukukunun buna ön vermesi beklenebilir bir şey değildir zaten. Köleliğe ve köleleştirmeye karşı daha ilk ayetlerde savaş ilan eden bir dinin, emekçiyle sermayedar arasındaki ilişkide işçinin yalnızca belli bir geçimlik üzerinden değil de “üretilen değer üzerinden eşitlik prensibiyle pay alabileceği bir sistemi geliştirmiş olması” şaşılacak bir durum değildir. Asıl şaşılması gereken; Müslümanların eşitlik prensibini gözden kaçırarak Kapitalizmin kuramcıları, Smith’in (1723–1790) değer, emek, pazar ve fiyat teorisinin, Maltus’un (1766 – 1834) “nüfus ücret ilişkisi teorisinin” ya da Ricardo’nun (1772-1823) ücretin tunç kanununun bile gerisine düşecek bir itikada nasıl ulaştıklarıdır. Bunların ücreti hiçbir zaman emekçinin geçindirmek zorunda olduğu dört kişilik bir ailenin altına düşürmemişlerdir. Bu gün ülkemde uygulanan ücretler, bu teorisyenlerin hesabına göre asgari ücrettir. Daha açık söyleyecek olursak, bugün öğretmenlerin tam ek ders alanlarının bile aylık gelirleri asgari ücrettir. Ülkemde asgari ücret olduğu söylenerek belirlenen ise, İslam öncesi Mekke’sinde kölelere ödenen ücret ayarındadır.

“Ellerindeki mallarla emekçilere iş imkânı vermek suretiyle, onlara yardım etme durumunda olan servet sahipleri, onların aleyhlerine şartları ağırlaştırırlarsa, emekleri ile geçimliklerini temin etmek imkânı ortadan kalkar ya da şartların ağır olmasına rağmen ihtiyaçlarından dolayı akdi kabul eder, sonra da yerine getirmekten âciz olurlar. Servet sahiplerinin, emekçilerin çalışmaya olan ihtiyaçlarını bilmeleri, onların bu ihtiyaçlarını istismarla kendi çıkarlarına daha büyük üretimin gerçekleştirilmesine ve emekçileri aşırı biçimde mağdur bırakmaya doğru bir arzu ve hırsa kapılmalarını kamçılayabilir. Bu yüzden İslâm hukuku; bu yolu tıkamak ve emeklerin boşa çıkmasını ya da aldanmalarını önlemek için emekçiler tarafını tutmayı gaye edinmiştir. Servet sahiplerinin, zor şartlar ileri sürmeleriyle emekçileri güç durumda bırakmalarını mazur görmemiştir.”

Genel olarak ekonomik düzen ve özel olarak da ücret, yalnız sermayedarın bakış açısıyla belirlenemez. Tarih göstermiştir ki, sermayenin belirlediği ekonomik düzenler orta ve uzun vadede serveti az bir zümrenin ellerinde tekelleştirmiş ve piramidal bir toplum yapısı oluşturmuştur. Hukuk buna giden tüm yolları baştan kesmek zorundadır. Bu, sendikaların uyanıklığına bırakılamaz. Çünkü eşkıyayla çoban ve tiranlarla ağalar, kurtlarla köpeklerin karın tokluğu uğruna dalaştığı sürüleri üleşerek yaşarlar.

Ücretin ne kadar olacağının belirlenmesinden önce ücretin neyin karşılığı olduğunun tam ve eksiksiz bir şekilde hukuki zeminde yasal olarak tanımlanması, servetin topluma yayılma yolları, emek ve reel ekonomi lehine akacak şekilde planlanması gerekir.

“Ücret; yalnızca harcanan efor ve geçirilen zamanın karşılığıdır”, diyerek hesaplama yapanlar, emekçi bir insanla işletmede çalışan bir eşek arasında fark gözetmemektedir. Ya böyle bir farkın olması gerekliliğinin bilincinde değiller ya da bu gerekliliğe inanmamaktadırlar. Bir eşeğin iş için harcadığı efor karşılığı beslenme ve yaşam giderleri ile bir insanınki fiziken aynı olabilir, fakat bir eşeğin geçirdiği zaman ile insanın zamanını aynı kefeye koyarak hesaplamak hangi din hangi vicdanla bağdaşır? Mardin Belediyesi çöp toplama işinde çalışan çöpçü eşeklerin ücreti ile sürücü çöpçülerin ücretleri hemen hemen aynı.

İş-emek-ücret bağlamında baktığımızda insanın çocukluk yılları ve ihtiyarlık yıllarını tüketici çağları olarak değerlendirebiliriz. İnsan ömrünün çalışabildiği zamanlar ise yirmi-altmış yaş aralılığı kırk yıla göre ölçülebilir.

Bir taksicinin müşteriden aldığı ücretin içinde yakıt, artı yıpranma payı/amortisman, artı şoförün emeği vardır. O emeğin içinde harcanan efor, alınan riskler ve ömürden geçirilen bir zaman vardır. Bu zamanları topladığımızda bir insan ömrü etmektedir. Geçen zamanın kıymetini hesapladığımızda bu günkü brüt rakam üzerinden asgari ücretle bir insan ömrünün kullanılabilir, verimli çağını yirmi-altmış yaş arası 40 yılının satın alınmakta olduğunu görüyoruz. Ödenen bedel bu günün brüt Asgari Ücreti üzerinden 364.800 TL’dir. Oysa bu, MS: 600 yılları Cahiliye Arabistan’ında Bedevi Arapların bile gerisindir. Bedevi Araplarda bir insan “diyeti” yüz (100) devedir. Bu gün develerin fiyatını etlik deve hesabından yapsak bile ortalama üç yüz(300) kilodan yüz (100) deve 900.000 TL etmektedir. Çağdaş Türkiye ve Dünya, ücret adaleti açsından Cahiliye dönemi Arap Bedevilerin bile yaklaşık üçte biri kadar gerisine düşmüştür. Buradaki hesabı resmi Asgari Ücret üzerinden yaptım. Hesabı bugün 10-15 Lira yevmiye karşılığı on iki saat sigortasız, mevsimlik çalışan tarım işçilerine göre yaparsak, durum çok daha vahim olacaktır.

Aşur; “Servet sahipleri için, servetlerini arttırmanın birçok yolu vardır. Mallarını çalıştırmak, harcamak ya da cimrilik yaparak biriktirip saklamak arasında seçimlidirler” diyor.

Bu ifadelerde ciddi müşküller var. Serveti artırmanın emek olmazsa/emekle işbirliği yapmazsa kira, rant ve faiz dışında çok fazla yolu yoktur. Ayrıca serveti “yatırım, vakıf veya infaktan” başka bir halde elde tutmakta ateş, araziyi üç yıldan fazla işlememek veya işlettirmemek de kamuya geri alınmasına sebep. Servet sahibi servetini hangi meşru yollardan artıracak? Ya sürekli olarak sosyal adalet için kaynak olarak, zekat nisabının altına düşene kadar kendi geçimini sağlamak üzere elinde tutacak veya kamu otoritesinden ve toplumdan gizleyecek, sosyal adalete aktarması gerekeni vermeyecek, mülkün gerçek sahibinden satın aldığı cehennem karşılığında “kenz/yığma” edecektir.

“Hiç kimse, hukukun, emekçilerin, zenginlerin mallarını bâtıl yollarla yemesini mubah kıldığını sanmasın. Belki hukuk, emekçilerin haklarını tecavüze uğramaktan korumak istemiştir ki, bu adalettir ve her iki grubun da yararınadır.”

Daha da öte toplumun ve insanlığın yararınadır.

Aşur’un, İslam Hukukunun konuyla alakalı gözettiğini söylediği sekiz prensibi şunlardır.

1. Emek üzerine akdedilen(ortaklık)muamelelerini teşvik ediyor.

Hukuk, bu akidleri, hâcî (yaşam için temel olmazsa olmaz ihtiyaçlar) maslahatlar olarak değerlendirmiştir. Ensar, bostanlarını bakmaları karşılığında çıkan ürünün yarısı kendilerinin olmak üzere muhacirlere vermişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v) Hayber Yahudileriyle aynı şekilde muamele yapmış, hurmalara bakmaları karşılığında mahsulün yarısını kendilerine bırakmıştı. Musâkât ve muzâra’anın meşruluğuna dair nerdeyse bütün İslâm bilginleri ittifak etmişlerdir.

Malikîler muğârese’nin de meşruiyetini benimsemişler, Hanefiler ve Şâfiîler ise buna değinmemişlerdir. Bu gayeden hareketledir ki, musâkâtı sadece hurma ve üzüm bahçelerine hasretmekte olan görüşün zayıflığına hükmediyoruz. Ağaç ve bakılmaya muhtaç ekin üzerine de muğârese akdi yapılabileceği görüşünü, sadece ağaç üzerine yapılacağı görüşüne tercih ediyoruz. Bu konuda, Endülüs’te uygulana gelen vakıf arazilerinin muğârese ortaklığına verilmesini de uygun görüyoruz.

2. Emsalinde örf haline gelen (müte’âref) garar/belirsizlik içermesine rağmen ruhsat veriyor.

“…Öyle zannediyorum ki, garar, emek üzerine akdedilen akitler dışında, hiçbir akitte hoşgörü ile karşılanmamıştır. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Bu akitlerde hoşgörü ile karşılanan garar, emek ve süresinin sıcak ve soğuğa göre zamanlarının farklılık göstermesinin sağlam bir şekilde belirlenmesinin güç olduğu garardır. Ama, böyle bir güçlük yoksa ve belirlenmesi kolaysa, o tak dirde mutlaka belirlenmesi ve açıklanması gerekir. Meselâ, yapılacak işin türü, ücretin miktarı, kırazda sermayenin miktarı, kırazda kârdan, musâkâtta meyveden, muğâresede ağaçlandırılan yerden emekçiye ait olacak miktarı belirlemek böyledir.”

Hülasa; elde edilecek kâr belirlenebiliyorsa hesaplanacak oranın ötesinde elde edilecek rakamın da belirlenmesi gerekir. Fakat bu mümkün değilse oran üstünde anlaşmak yeterli görülmüştür.

3. Bu akitlerde emekçiye ağır gelecek şeylerden de sakındırıyor.

“Böylece, servet sahibinin, emekçinin akdin icrasına olan zarurî ihtiyacını istismar etmesine, bunu bir fırsat bilerek kendi kârını büyütmek için haddi aşmasına imkân vermemek. Bu yüzden âlimlerimiz şunları belirtmişlerdir: “Musâkâtta emeği ile muameleye iştirak eden kimseye, bedenî emeğinden başka şartlar koşmak caiz değildir. Ancak çit onarmak, suların biriktiği yerleri düzenlemek gibi önemsiz şartların bir zararı olmaz. Hayvanların ve bostanda çalışan kölelerin96 bakımını, masraflarını emekçiye şart koşmak da caiz değildir. Yine muğâresede emekçiye, hem ağaçlı toprağın sökülerek tarla haline getirilmesini, hem de ağaçlandırılacak arazinin etrafının duvarla çevrilmesini şart koşmak caiz değildir. Ama bunlar emekçiye değil de, arazi sahibine şart koşulursa caizdir ve bağlayıcıdır.” Muzâra’a hakkında âlimlerimizin, “Toprak sahibinin, muzâraat emekçisine tarlayı sürülmüş olarak teslim edip, muzâra’anın bitiminde nasıl sürülmüş teslim aldıysa, aynen sürülmüş olarak kendisine teslim etmiş olmasını şart koşmasının caiz olmadığını” söylemeleri, ancak bu gayeyi göz önünde bulundurmalarının bir sonucudur. Buna göre, toprak sahibi arazisini sürdükleri sonra, onu ekecek bir emekçiye ihtiyaç duyacaktır. Emekçi açısından ise, eğer o araziyi sürülmemiş olarak bulsaydı, muzâra’ayı kabul etmeyecekti. Dolayısıyla, muzâra’adan sonra sürülmüş vaziyette teslim etmesi şartı, onun ihtiyacının istismar edilerek, akde rıza göstermesini sağlamak anlamını taşır.”

Bugün her işte, her şey dâhil, tüm şartlar masada eşit şartlarda zaman kaydı olmaksızın üretilen değerin net kârı üzerinden anlaşma yapılabilir. Yapılmalıdır.

4. Bu tür akitler sırf icab ve kabulle bağlayıcı kabul etmiyor, karşılıklı mağduriyetler doğurabilecek durumları kesin şartlara bağlıyor.

Malikîlere göre, başlayıncaya kadar seçimlilik söz konusudur. Cu’l ve kiraz ittifakla, muğârese ve muzâra’a ise tercih edilen görüşe göre böyledir. Bundan, sadece musâkât istisna edilmiş ve sırf icab ve kabulle bağlayıcı olduğu benimsenmiştir. Çünkü bunun bağlayıcılığının ertelenmesinde ağaç ve ekinlere zarar gelmesi söz konusudur.

Bence, bedenî emek üzerine akdedilen bütün akitlerin sırf akitle bağlayıcı olmayıp, bilakis işe başlamasıyla bağlayıcılık kazanması daha uygundur. Bu da emekçinin seçimliliği anlamına geldiğine göre, bu tür akitlerde mal sahibinin maruz kalabileceği zararı ortadan kaldırmak için, bey akdindeki hıyâr-î şartta (şart seçimliliği) olduğu gibi, emekçinin işe başlaması için bir müddet konulması, bu gayenin mahzurlarını bertaraf edecek bir tedbir olması açısından, uygun olur. Meselâ, musâkâtta gerekli hizmete başlamasının başlangıcı, müzâra’ada tarlayı sürme, muğâresede ağaçları dikmeye başlaması tarihinin belirlenmesi ve bunun sonucunda işbaşı yapmayı geciktirmek suretiyle, mal sahibinin tam bir senelik zarar görmesine meydan verilmemesi böyledir.

5. Bu akitlerde, emeğin gerektirdiğinden fazla olarak bir menfaat, mal sahipleri lehine caiz olmamakla birlikte, emekçiler lehine caiz görüyor.

Bu konuda imamlarımız şöyle demişlerdir: Musâkât emekçisinin, arazinin boş yerinden kendi lehine faydalanması için, mal sahibine şart koşması caizdir. Ama bu şartın mal sahibi lehine ileri sürülmesi ise, caiz değildir ve akdin feshini gerektirir.

6. Emekçinin-emeğini arzetmesi durumunda hakkının ertelenme den, bekletilmeden ve ileriye gün verilmeden hemen ödenmesi.

“Bir kudsî hadiste, bu konuda Yüce Allah “Üç zümre vardır ki, kıyamet gününde onların hasmı bizzat benim” buyurmuş ve bunlardan birinin de “Bir işçi çalıştıran, emeğinden tam olarak yararlanan fakat ücretini tam vermeyen kişi” olduğunu belirtmiştir.97 Bu hadîs-i kudsî, ücreti geciktireni de, onu tamamen mahrum edeni de kapsar. Ancak ikincisinin durumu daha da şiddetlidir. Allah (C.C), işçinin hak-kının verilmemesini kendi hakkı gibi kabul etmiş ve bu yüzden “onların hasmı bizzat benim”, yani “hak sahibi değil, benim” buyurmuştur. Bu ifadede, bu hakkın büyüklüğüne dair önemli bir uyarı vardır ve önemsememezlikten şiddetli bir sakındırma söz konusudur. İbn Ömer (r.a.), Cabir (r.a.) ve Enes’in (r.a.) rivayet ettikleri bir hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “İşçinin hakkını alnının teri ku¬rumadan veriniz.98 Bu yüzden, muğârese hizmetinin (ücretinin) ertelenmesi caiz olmuştur. Belirlenmesi ise ağaçların yetişmesi veya meyve vermesi, ya da herhangi bir süre ile sınırlandırma yoluyla olur. Erteleme süresi, meyve verme zamanını aşacak kadar uzatılamaz. Aksi halde böyle bir durum, akdin fesadını gerektirir.”
Hadis-i Kutsi’deki Allah’ın tehdidi kapsamında, diğer prensiplere baktığımızda, emeğin zaaflarından yararlanarak üretilen değer üzerindeki Peygamberin ve sahabenin uyguladığı, yüz yıllardır sisteme adını veren yarıcılığın oranından, emek aleyhine azaltma da girer. Ayrıca burada, “…aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile batıl yollarla yemek için, o malları hâkimlere (sendika ve komisyonlara) rüşvet olarak vermeyin” (Bakara, 188). İnsanların malları yalnızca nakit olarak ellerine aldıkları değil, üretim sürecine katılarak ortaya çıkarılan değerden kendilerine düşen pay, efendileriyle eşit rızık seviyesine ulaşmaları için ücret ve hak ettikleri her şey. O halde üretilen değerdeki payın oranını, harmanda ya da pazarda reel değerin miktarı, taraflara düşenin hesaplanması ve tarafların bunu kendi aralarında pay etmeleri ve haklarını alma zamanları aşamalarındaki haksızlıkların her birinde “hasım doğrudan Allah’tır.”

7. İşin tamamlanabilmesi için, emekçi lehine vesileler ortaya koymak.

Emekçinin işi bizzat kendisinin bitirmesi gerekmez. Bu yüzden, hukukçular, musâkât emekçinin, işi tamamlamaktan âciz kalması durumunda, arazi sahibine zarar vermeyecek güvenilirlik açısından birinciden daha aşağı mertebede de olsa, başka bir emekçi bulabileceğini belirtmişlerdir. Şayet, kendi yerine geçecek birini bulamazsa, bu takdirde eğer kurutulmuşsa meyvelerden kendi payına düşecek kısmı satma ve işi tamamlayacak birini ücretle tutma yetkisi vardır. Malikîler, muğârese emekçisi hakkında da şunu belirtmişlerdir: Muğârese emekçisi, işteki hakkını kendi yerine geçecek bir başkasına satabilir. Bu, Maliki fıkhında, garar bulunmakla birlikte caiz olan meselelerden biridir.

8. Ömrü boyunca çalışması veya gerçekten kendini bir daha kurtaramayacak kadar uygun bir süre çalışması gibi emekçiyi köleleştirmeye benzeyen her türlü akit ve şartlardan uzaklaştırması.

Bu yüzden âlimlerimizin muz ağacı ve yonca gibi senenin belli bir döneminde meyvesini verip tükenmeyen, aksine ürün vermesi sürüp giden ağaçlardan müsâkât akdinin fâsid olacağına hükmettiklerini görüyoruz. Yine, henüz fidan halindeki hurma ağaçları, zeytin filizleri üzerine akdedilen ve meyve vermesi zamanına (işmar) kadar yapılan müsâkât da aynı hükümdedir. Kuzey Afrika âlimleri, kendisinden faydalanılmayan Kayravan yakınlarında dağ ve vadilerde bulunan eski zeytin (…)99 gibi ağaçların aşılanmasının müsâkât değil de muğârese akdinin çerçevesinde olacağını söylemişlerdir. Bence, muz gibi sürekli meyve veren ağaçlarda emekçinin fayda sağlayacağı şekilde muğârese müddetinin belirlenmesi, bu gibi ağaçlarda musâkâtın caiz olmayacağı hükmünü benimsemekten daha iyidir. Çünkü birinci gayeden de anlaşılacağı üzere, bu tür muamelelerin çoğaltılması hukukun gözettiği gayelerdendir. Bundan dolayıdır ki, Tunus’ta, Şeriketu’l-Hammâs100 diye adlandırılan ve çoğu bu şekilde uygulana gelen müzâraa akidleri, -her ne kadar buna zaruret olduğu sanılıyorsa da- hiç şüphesiz hukukun gayesine aykırı düşen ortaklıklardır.”

Tunus’ta uygulanan Şeriketu’l-Hammâs’ın üretilen değerin beşte biri olarak ücret ödemesini İslam vicdanı caiz görmüyorsa, dört kişilik bir aile için değil, çalışanın kendisi için bile açlık sınırında ücret verip sonra da İslam ya da insanlıktan dem vurmak Musa öncesi Mısır’a has bir vicdandır.

Buraya kadar ortaklık ve paylaşım sistemi olarak ifade edilen yarıcılığın Türkçedeki yaygın isimlendirilmesinden de anlaşılacağı üzere “yarı yarıyacılık” demek olduğu açıktır. Sermayenin/anamalın değil, birlikte üretilen değerin, ürünün/kârın yarısı karşılığında çalışmaktır. Aynı şart ve denklemlerde eşitlik prensibi ile aynen uygulanmaya devam ederken, yeni ekonomik ilişkilerde ücret konularının insanların eşitliği prensibi göz ardı edilmeksizin çözülmesi gerekir. Bu gün Dünya belgeler üzerinde insanların eşitliğini konusunda uzlaşmışsa bunun ekonomik faaliyetlerin süreçleri ve sonuçlarına da yansımaması düşünülemez.

İnsana dair hiçbir iş ve ilişkide eşitlik prensibi göz ardı edilemez. Ekonomik faaliyetlerde, tüm şartlar masada eşitlik zemininde, zaman kaydı olmaksızın üretilen değerin net kârı üzerinden anlaşma, yarıcılık bu gün her iş ve sektörde üretimin tüm aşamalarında ücret sistemi olarak uygulanabilir. Uygulanmalıdır. Ücretlerde devam eden amelelik/pazarlık usûlü işçilik, köleliği modern zamanlar için yeniden üretilmiştir. Ortaklık sistemi emeğe takdir edilen ücretlerden ziyade bir eşitlik ve özgürlük meselesidir. Bu günün hiçbir ücret sisteminde Allah yoktur. İnsanın eşitliği lafın gelişidir. Din bu meselelerde dünyada beyaz adamların ve sermayenin en düşük maliyetli afyonudur. Bunu değiştirmek lafla değil mülk ve servetin paylaşım mekanizmalarını eşitlik ve adalet prensipleriyle oluşturacak bir sistemle olur.

Benim ülkemde yoksul halka kamu imkânı gaz, tuz ve bezi ırzı karşılığında, parti başkanlarına dağıttırdığı zamanlar yaşanmış ve bu gün aynı bedel karşılığında iş verilmektedir.

Devlet Allah’ın mülkünü, üretime katma karşılığı eşit fırsat ve erişim imkânlarını herkes için saklı olmak kaydıyla birey ve kurumlara verebilir. Toprak, madenler, su ve ormanlar birey ve ailesinin hacî ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyin üstünde özel mülk konusu olamaz.

Üretim maksadıyla tahsis edilen kamu imkânları eşitlik prensipleriyle çelişir şekilde işletilemez. Aksi takdirde temel ihtiyaçlara erişim sorunu yaşayanlar için kolektif sorumlulukların zorunlulukları bir köleleştirme mekanizması haline gelir. Bu fesadın motivasyon kaynağıdır ki sorumluları kamu otoritesi, ilim ehli ve varlıklı kişilerdir. ( [email protected] ) http://www.adilmedya.com/makale.asp?yazid=37&id=874

———————————-

93. İslâm’da emek ve emeğe dayalı muameleler için bkz. islâm’da Emek ve Iş-çi-İşveren Münasebetleri (İstanbul, 1986), Ensar Vakfı Yayını/Karaman, H., Anahatlarıyla İslâm Hukuku, c. 3, s. 280-288/Karaman, H.; İslâm’da İşçi-İşveren Münasebetleri (İstanbul 1981)/Şekerci, Osman: İdam. Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi) (İstanbul, 1981)/eş-Şerif, Şeref b. Ali, İs¬lâm’da İş, İşçi ve Ücret Hukuku, Çev. Mehmet Keskin (İstanbul 1986) (Çev).

94. Musâkât: Ağaç birinden, emek ve bakım diğerinden olmak ve ürün arala¬rında bölüşülmek üzere yapılan emek-sermaye ortaklığı.

Muğârese: Ağacın dikilmesi birinden, tarla diğerinden olmak üzere yapılan emek-sermaye ortaklığı.

Kiraz: Emek birinden, sermaye birinden olmak üzere yapılan emek-serma¬ye ortaklığı; buna “mudârabe” de denir.

Cul: Mükâfat vermek üzere yapılan akid. Meselâ çalınan bir arabayı her kim bulup getirirse ona şu kadar ödül verileceğinin vaadedilmesi.

Müzâra’a: Emek birinden, toprak diğerinden olmak üzere yapılan ortakla¬şa tarım, ortakçılık (Çev).

95. Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, az bir servet olduğu için, emek üzerine yapılan muamelelerin türleri de çok azdı.

96. Eskiden bostanların gerekli işlerinin görülmesi için köleler ve çalıştırıl¬mak üzere hayvanlar tahsis edilir ve bunlar bostanlara tâbi olurdu.

97. Buharî, Büyü, 106/İbn Mâce, Ruhun, 4.

98. İbn Mace (Ruhun, 4), İbn Ömer’den; Taberânî, Evsat’mâa Cabir’den; el-Hakim et-Tirmizî, Nevâdiru’i-Usûrdş Enes’ten rivayet etmişlerdir. Tariklerin hepsi de zayıftır, ancak birbirini desteklemektedirler.

99. Metinde, “eski zeytin (…)” ifadesini tamamlamak üzere “cubûz” kelimesi yer alıyor, anlamını belirleyemedik (Çev).

100. Hammâs, ekinden elde edilen hâsılatın beşte biri ile müzâra’aya ortak olan kimsedir. Bkz. el-Fusûl 25-29-30-32 (25 Safer 1291 tertîbi).

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz