ŞEHADETİNİ RUYADA GÖRDÜ

Kamil BAYRAKTAR

  Şehadetini ruyasında gördü. Çok geçmeden ruyası gerçek oldu. Toprağın kara bağrındaki sıradağlar arasında yerini aldı.

   Sesini en son 30 Nisan 1997’de duydum. Yüzünü de 01 Ma­yıs 1997 Pazar günü gördüm. O zamanlar eve haftada bir ge­liyor, daha çok gazete binasındaki odamda kalıyordum. Çevremdeki herkes bun­dan haberdar olup ona göre tedbirini alıyor ve beni nerede bu­lacaklarını biliyorlardı. İşte Nisan’ın o son Cumartesi gü­nün­de haber trafiği içinde neredeyse kaybolmuşken telefo­num­ çaldı. “Dayı nasılsın?” dedi. Sesi tanımamışlığımı hissetmiş olacak ki, “Dayı ayıp ediyorsun? Ben Fatih”i eklemek zo­run­da kaldı. Gerisi artık tahmin edilebilenler cümlesindendi. İs­tanbul Polis Koleji’nden Polis Akademisi’ne gittikten, orayı da bitirdikten, Balıkesir’de kurs görüp Özel Harekât Komiser Yar­dımcısı olarak Tunceli’de göreve başladıktan bu yana gör­me­miştim. Kardeşim Ruhi’nin yanından arıyordu.


« Evlatları baba nedir bilmedi » gerçeğini yaşayan evlatlardan Fatih Eren, baba annesi Nurhan Özer ile toprağın altındaki « sıradağ » babası Fatih Tolga Özer’in mezarı başında hasret gideriyor.

Ertesi gün soluğu Ruhi’nin evinde aldım. Henüz uyanma­mış­tı. Uyanıp, kalktığında hasretle kucaklaştık. Oldukça za­yıf­­lamıştı. “Yeğen, zayıflamışsın. Yoksa seni tütüne mi ası­yor­­lar?..” diye takıldığımda o bilinen nüktedanlığını yine ko­nuş­turmuş, peltek lisanıyla “Fazla kiloları üstümde taşımıyor, ha­mallığını yapmıyorum.” cevabını vermişti.

Olabildiğince uzun konuştuk, halleştik, dertleştik. Şehit dü­şen bir arkadaşının naaşını İzmit’e getirmiş, toprağa vermiş; şehitlik sonrası işlemleri için çalışırken hafta sonu gel­miş;­ işler gelecek haftaya sarkmış; bu durumu, “Bizim dev­le­tin­ ha­lini biliyorsun ya, bürokrasi işte!” diyerek İstanbul’a u­zan­­ma­sının sebebini anlatmıştı.

Türkiye’nin gücünü, kudretini, imkânlarını yiyip bitiren bü­rokrasi böylece benim işime yaramış, yıllardır görmediğim, on­dan sonra da ruhu bedeninden ayrıldığında ancak görebilecek olduğum yeğenimi dünya gözüyle son bir kez görmemi sağ­lamıştı.

Bir zaman sonra İzmit’ten yine kendisi gibi bir arkadaşı ara­basıyla kapıya dayanınca gitme vakti geldi. Arabaya kadar uğur­ladım. Tam binerlerken balkondan Ruhi’nin sesi duyuldu. “Yeğen! Bunu bana mı hediye ettin?” diye bir tabancayı gös­teriyordu…Tabancasını aldı ve gittiler. İçime müthiş bir ga­rip­lik çöktü. Çünkü dalgın, tutuk, düşünceli bir durumu vardı ve bunu kolayca sezmiştim. Yarım saat sonra geri döndü. Bu kez daha yedi aylık olan oğlu Fatih Eren’ine aldığı hediye ayak­kabıyı unutmuştu…Gidişi o gidiş oldu.

  • Herkese nasip olmayan gerçek

   Sesini son duyduğum, kendini son gördüğüm bu zaman di­li­minden sonra  görev yaptığı Tunceli’ye iyice kulak kesildim. Çün­kü yeğenim daha dün oradan bir şehit cenazesi getirmişti. Faz­la zaman geçmeden birimleriyle ilgili bir haber daha gel­miş­ti. Bir görev aracı âniden çöken yoldan yuvarlanmış, ya­ra­la­­­nanlar olmuştu. Bir araç mayına toslamıştı. Her bir olay duy­duğumda telefona sarıldım, aradım; fakat her aradığımda sü­rekli meşgul çalıyordu. Sonradan öğrendim ki tedbir gereği te­lefon numarasını değiştirmiş ve fakat benim haberim ol­ma­mış­tı.

Fatih Tolga Özer (1974-1998)

Bir ara kafam ağrıdan patlar gibi olmaya, müthiş bir ağırlık hissetmeye başladım. Bu hal yaklaşık üç gün sürdü. Sanki bir yerlerde yakınlarımdan birisine bir şey oluyordu, bir sıkıntı yaşıyordu da bu bana da yansıyordu. İşte üzerime çöken o müt­hiş ağırlığın sebebini kardeşim Ruhi’nin arayıp da yeğe­nim­ Fatih’in şehit düşmüş olduğu haberini vermesiyle birlik­te­ vücut ülkemi terk ettiği anda ancak anlayabildim. Bu ha­be­rin­ vücudumu zangır zangır titrettikten sonra üzerime çökmüş bu­lunan bu tarifsiz ağırlığı adeta bir paratoner gibi toprağa bo­şalttığına, yerini de sanki yerçekiminin gücünden kendini kur­tarmışlık ve uzay boşluğunda bulmuşluk gibi bir hale terk et­tiğine tanık oldum. “Vatan sevgisi imandan’’ dı. Ve o da ecdât e­ma­­­neti vatanına kastedenlere karşı imandan kaynaklanan bir sev­gi ile göğsünü siper etme görevini ifa ederken önce kahpe­ce­ tezgahlanmış bir pusuya, ardından da vatan toprağına düş­müş­tü. Bir kutlu sonla yüz yüze gelmişti. İnşaallah ki “Allah en­câmımızı hayr eylesin!” duasındaki gerçek tarafından çe­pe­çev­re kuşatılmıştı.

Her nefs ölümü tadacaktı. Kimisi tatmanın adını anmasa bile, kimisi köşe bucak kaçmakla kurtulacağını zannetse bile “ölüm” adlı gerçek her nefs tarafından mutlaka tadılacak, fa­kat­ tatmadan tatmaya fark olacaktı. Kimisi “İşte kaçtığın ger­çek­ bu!” diye kapısı çalındığında, dehşet içinde kalarak, vücu­du­nun her zerresini pişmanlık ve acı kaplayarak tadarken; k­i­mi­si Hz.Mevlâna gibi “şeb-i arûs / düğün gecesi”, âşıkın mâ­şû­kuna kavuştuğu gece olarak; kimisi “Ya Rabbi! Beni tekrar di­rilt, senin yolunda bir daha öldürüleyim…” diye bu dileğini arz eden “şehit”ler zümresinden olarak tadacaktı. Her­hal­de onun içindi ki, “Fatih şehit düşmüş.” haberi ile birlikte üze­rim­deki ağırlıktan eser kalmamıştı. Kısacası, yüksek dağ­la­rın rüzgârı sert; fırtınası bol; karı, tipisi, dolusu, yağmuru, si­si, çisesi çok olur. Bu sertlik, bolluk ve çokluktan, dağın etekleri de etkilenmekten kurtulamaz; nasibine düşeni alır ya; rüzgâr, fır­tına, kar, tipi, dolu, yağmur, sis, çise yerini güneşe terk et­ti­ğinde, güneşin ışık huzmelerinin eteklere vurması da ka­çı­nıl­maz olur ya; işte bu misal bir hal yaşamıştım…

  • Gül bahçesi dikensiz olmuyor

Akabinde her cenaze sahibi yakınlık derecesine göre neleri ya­şadı ise ben de onları yaşadım. Kardeşim Ruhi, Mehmet ve Al­manya’dan bize katılan ablam İfakat ile birlikte soluğu Trab­zon’da aldım. Cenaze evinin bulunduğu Fatih semtindeki site mıntıkası ana-baba gününe dönmüştü. Geyikli’nin kendine has olup da kay­bolması hiç ama hiç mümkün olmayacak bir özelliği yine ken­dini göstermiş, Trabzon’da mukim bütün Geyiklililer işi­ni gücünü bırakmış, başta tâziye, kulluklarının gereği her tür­lü­ görevi ifa etmek üzere cenaze evine akın etmişlerdi.

Şehit naaşı henüz gelmemişti. Elazığ’dan THY uçağı ile An­kara’ya, oradan da Trabzon’a gelecekti. Fakat bu kolay ol­ma­yacaktı. Çünkü yeni bir pusu, bir bürokrasi pususu ile kar­şı­laşılacak, bürokrasinin insana, “Bu kadarı da olmaz!” de­dir­te­cek bir tavrına maruz kalınacaktı. Hem görev hem de kader ar­kadaşı olup o gün cenazeye refakat görevi verilen ar­ka­daş­la­rının anlattığına göre, na’şı THY uçağına bindirildikten son­ra­ sekiz aylık oğlu dahil aile efradının aynı uçağa bine­bil­me­le­ri “Türkiye gerçekleri”ne takılacaktı. Bir vatan evladının  bö­­lü­cü­ terörün pususuna düşerek can vermiş olması yetmemiş olacak ki eksiği tamamlamak için “bürokrasi terörü” harekete ge­çe­cek, aynı uçakta yolculuk etmelerine engel olmaya kalka­cak­tı. Bu engel ancak, kader arkadaşlarının, “Bu aile binmezse bu uçak yerinden kalkmaz!..” kararlılığıyla aşılabilecek ve bü­rok­rasinin başkentine, bürokratik zulüm çarkından geç­mek su­retiyle ancak ulaşılabilecekti.

Dönemin Geyikli Belediye Başkanı Ahmet Yüksel Gü­lay, yine Geyikli Beldesi’nin kaybolmayacak âlicenaplıkla­rın­dan bir örnek sergileyerek Geyikli’nin bu şehidini karşılamak üze­re taa Ankara’ya gitmişti. Sonunda beklenen an geldi. An­ka­ra’­dan gelen THY uçağından önce Ahmet Yüksel Gü­lay’­ın kucağında daha sekiz aylık oğul Fatih Eren, ardından da yirmi dört yı­lını gölgesi altında yaşadığı, günü geldiği için de uğ­ru­na be­del­ ödemekten çekinmediği ay yıldızlı al bayrağa sarılı tabut için­de baba Fatih Tolga indi. Erbâbına malum olduğu şekliyle hi­lâlinin Cenab-ı Allah’ı(c.c.), yıldızının Hz.Mu­ham­med Mus­tafa’yı(s.a.v.), renginin ise şehit kanını remz ettiği emsalsiz bir bayrağın rengini, Bayrakları bayrak yapan üs­tün­de­ki kan­dır.” sesine kulak vererek akıttığı kanı ile daha da pe­kiş­ti­ren­ler zümresinde yer almayı bilmiş, adı Allah(c.c.) ve Pey­gam­ber(s.a.v.) adı ile birlikte göklerde dalgalananlar listesine ya­zılma şerefine nail olmuş bir nasipli kişi olarak Fatih Tolga Özerin­di.

Vatan borcunun hakkıyla ödenmişliğinin bütün emâ­re­le­ri­nin­ de bulunup, bu emâreleri, onu doğuran ananın yüzünde, ba­­banın vakarlı duruşunda görmenin mümkün olabildiği bu iniş­ten sonra bağrını iştiyakla açmış bekleyen doğduğu top­ra­ğa­ doğru yolculuk başladı. Bu yolculukta bu satırların yazarına, ambulansta onunla yan yana bulunmak nasip oldu.

 “Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” diyebilenler zin­­cirine kendini ekleyen bu halka, kendini uğruna feda ettiği top­rağın kara bağrına; bu milletin ruh köküne de, bu vatan top­rağının “Anadolu, yetmiş bin evliyânın dölüdür.” deyişinde mâ­nâsını bulan mayasına da ters uygulamalardan alkışlarla, sloganlarla, son zamanlarda ise “Evvel yoğ idi, işbu rivayet ye­ni çıktı.” türünden Frank Sinatra My Way’leriyle değil, “Tekbir” ses­leri arasında teslim edildi. Takvimler de­ tarihe 13 Haziran 1998 olarak kayıt düştü.

  • Klasik Türkiye gerçeği

   Mesleğe ilk adımını İstanbul Etiler Polis Koleji’nde at­mış­tı.­ İstanbul’a babası Ahmet Özer tara­fın­dan getirilmiş, dayısı ola­rak bana teslim edilmiş ve okuluna teslim eden de ben ol­muş­tum. Aynı zamanda da velisiydim. Buna rağmen mecbur kal­madıkça okuluna gitmez, onun bana gelmesiyle velilik gö­re­vimi ifa etmeye çalışırdım. Çünkü mem­lekette “irtica” para­no­yasının doruk noktada olduğu yıllardı. Bu milletin ruh kö­kü­ne, bu toprakların mayasına bağ­lı­lı­ğı ile neşvünemâ bulmuş ve Müs­lüman hassasiyeti ile tanınan bir yayın gurubundan gazeteci olarak “mürteci” dam­ga­sı yemiş olmamız büyük ihtimaldi.­ Birgün velisi olarak okula gitmiş ; reh­berlik komiseri ile gö­rüş­mek durumunda kalmış, ne iş yap­tı­ğımı sormaması için dua etmiştim. Allah(c.c.) duamı kabul bu­yur­muş, belki de böy­le­ce gelecek vadeden bir vatan evladının si­cil defteri “mürteci!” damgası yemekten kurtulmuştu…

  •  Vatan bilinci doruk noktada bir nüktedân

Osman Nuri Yılmaz adında elektronik mühendisi olup da bil­gisayar konusunda oldukça mahir bir arkadaşın anlattığı ve “Kâ­mil abi! Oldukça nüktedan bir yeğenin var.” dediği gibi, Bo­ğaziçi Köprüsü’nden eve gelirken uzaktan polis gördüğü birgün, kendisi polis koleji öğrencisi olduğu ve ileride polis ola­cağı halde, “Yahu Osman abi! Şu polislere öyle gıcık o­lu­yo­­­rum ki! İyi ki polis değilim!..” diyecek kadar nüktedan bi­ri­siy­di.­

Bu meleke, onun kapısını küçük yaşta çalmıştı. Annesi Nur­han Özer’in anlattığına göre, Trabzon-Çarşıbaşı ilçesinin Ya­lıköy Beldesi’ndeki ilkokula gitti­ği­ günlerden birgün okula geç kalıp, kapıyı çalıp da içeri girdiğinde öğretmeninin, “Oğ­lum­ Fatih, nerede kaldın? Niye geç kaldın?” sorusuna, “Çanta­mı­ gezdiriyordum öğretmenim.” diyebilecek…Yine birgün sı­nıf­ta kendinden geçercesine düşünceye daldığını gören öğret­me­ninin, “Oğlum Fatih! Ne düşünüyorsun?” diye sorması ü­ze­­­ri­ne, “Öğretmenim, evdeki pilavı düşünüyorum.” cevabını, bu ce­vabı takip eden, “Evdeki pilavı niye düşünüyorsun?” so­ru­su üze­rine de, “Olsa, öyle bir yenirdi ki!” cevabını verebilecek kadar nüktedan birisiydi.

Küçük yaşta bir uzak komşuya misafirliğe gidip, ziyaret bi­tip de tam evi terk etmek üzere oldukları sırada ocakta piş­mek­te olan ekmeğin kokusunu duyduğunda annesinin kulağına eğilip, “Anne! Ya ben yolda acıkırsam ne olacak?” de­yi­ver­di­­ği ve murâdına erdiği gibi işini bilen de birisiydi. Hatta, Fa­ti­ha Sûresi’ni öğrendiği günlerde, teyzesi Hülya, bu sûreyi ken­­di­ne okuttuktan sonra evin merdivenlerinden düşmüş, bu ola­yı­ duyan anneannem Esma’nın, “Oğlum Fatih! Fatiha’yı bir oku bakalım.” isteğine, “Okumam. Çünkü okuyunca mer­di­­ven­den düşüyorum.” şeklinde karşılık verecek kadar gelece­ği­ne dikkat eden birisiydi…Terörün iyice azdığı bir zaman dili­min­de babası Ahmet Özer’in, “Oğlum kendini kolla. Çok ileri­ler­de olma.” tembihlerine, “Baba; eğer biz bu vatan hainlerini bu­rada durduramazsak iki gün sonra Trabzon’a da varacaklar.” şeklinde mukabelede bulunacak kadar görev bilinci do­­ruk­ noktada birisiydi.

Dediği de oldu. 27 Ağustos 2005’te, PKK’lı üç terörist Trab­­zon’un Maçka ilçesine kadar sızdı. Biri ölü, ikisi de sağ ola­rak ele geçirildi. Bunu 19 Haziran 2007’de Gü­müş­ha­ne’­nin­ Melikli yaylasında devriye gezen komandolara PKK te­rö­rist­leri tarafından ateş açılması, Jandarma Komando er Basri Ars­lan’ın şehit edilmesi, er Muhammet Karaman’ın da ya­ra­lan­ması izledi. Ardından beş kişilik bir PKK timinin Gü­müş­ha­ne kırsalında dolaştığı ve 02-08 Temmuz 2007 tarihlerinde ic­ra­ edilen 1.Karadeniz Oyunları’nı sabote edeceği istihbaratı gel­di. Buna Gümüşhane kırsalındaki bu dört kişilik terörist gru­­bun 10.07.2007 akşamında Kelkit sınırındaki merkez   Kur­t­oğ­lu Köyü’nde bir eve girerek silah zoruyla erzak aldığı, Be­zen­di Köyü istikametine doğru kaçtığı bilgisi eklendi.(Gü­ne­ba­kış, 11.07.2007) Bir başka gelişme de, 17.07.2007 tarihinde yi­ne Gümüşhane’nin Torul ilçesine bağlı Kocadal Köyü ci­va­rın­da bulunduğu ve Erzincan’dan sızdığı tespit edilen iki te­rö­rist­ten biri M.E.K.’nin yakalanması şeklinde kendini gösterdi. (İHA, 18.07.2007

    PKK’nın Karadeniz Bölgesine inme ve yerleşme bağlamında bir saldırı haberi de 25.08.2016 tarihinde Artvin’den geldi. Artvin’in Şavşat İlçesinden Ardanuç İlçesine gitmekte olan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun konvoyu Yanıklı köyü yakınlarında saldırıya uğradı. Bir jandarma eri şehit oldu. İki asker de yaralandı. Olayı PKK üstlendi.

   Sonunda iş Trabzon’a kadar dayandı. Bir Eren Bülbül olayı zuhur etti ki bu olay « iki gün sonra Trabzon’dalar » ikazındaki haklılığını iyice pekiştirdi. 11 Ağustos 2017 tarihinde Maçka’nın Köprüyanı Mahallesi’ndeki Vazelon Manastırı yakınlarında polis ekipleri ile PKK’lı teröristler arasında çatışma çıktı. Çatışmanın ardından kaçan PKK’lı teröristleri girdikleri bir evde erzak çalarken gören 15 yaşındaki Eren Bülbül durumu Jandarma ve polislerden oluşan bir ekibe haber verdi. PKK’lıların girdiği evi gösterdiği sırada çıkan çatışmada bu Eren Bülbül, Jandarma Başçavuş Ferhat Gedik’le birlikte şehit oldu. Eren Bülbül’ün sonradan « Biri de çıkıp demiyo ki Eren iyi ki varsın »  şeklinde  24 Haziran 2017 tarihli bir Tweet’i ortaya çıkınca iyice Türkiye’nin gündemine oturdu. Sosyal medyayı « İyi ki varsın Eren » Tweet’leri kapladı. Hatta « İyi ki varsın Eren » meyanında THY, filosuna yeni eklenen ve “rüya uçak” olarak adlandırılan ilk Boeing 787-9 Dreamliner’ına  Eren Bülbül’ün anısına Maçka adını verdi.

    Kısacası gelişmeler onun bu sözleri boşuna söylemediğini or­ta­ya koyuyordu. Onun içindi ki 1994 yılında Ankara’daki Po­lis­ Akademisi’ni bitirip, Özel Harekât Daire Başkanlığı bün­ye­sin­de Balıkesir’de Özel Harekât kursu görüp, komiser yar­dım­cısı olarak atandığı Tunceli’deki görevi sırasında ortaya koy­­duğu başarılı hizmetlerden dolayı İçişleri Bakanlığı’nca üç kez maaşla taltif edilmiş, iki kez de Valilik takdirnamesine la­yık­ görülmüştü.

  •   Zincirin son halkası

   Kendisini son defa gördüğüm İstanbul’da, kardeşim Ru­hi’­ye­ anlatıp da kimseye söylememesini tembihlediği, Ruhi’nin de emanete riayet ederek ancak şehadet şerbetini içtikten son­ra­ naklettiği şekliyle, “Dayı! Bir rüya gördüm. Rüyamda bir şe­hit cenazesinde oluyorum. Sürekli tabuta ulaşmaya çalışı­yo­­rum; ama bir türlü ulaşamıyorum. Sonunda u­laş­­tım. Bir de baktım ki, Türk bayrağına sarılmış tabutun üze­rin­de benim adım yazıyor.” diye kendi cenazesini görebi­len­ birisi özelliği de taşıyan Fatih Tolga Özer’in bu rüyası çok geç­­me­den gerçeğe dönüştü.

   İzin günü olmasına rağmen önemine binaen Tunceli-Bat­man­ Köyü yolu üzerindeki K-4 kontrol noktasına termal ka­me­ra götürdükten sonra dönmekte olduğu sırada, bir taraftan K-4 kontrol noktası uzun namlulu silahlarla ateş altına alı­nır­ken­ diğer taraftan da onun içinde bulunduğu araç teröristler ta­rafından çapraz ateşli bir pusuya düşürüldü. Delik deşik edi­len­ ar aç uçuruma yuvarlanırken ateşle karşılık vermesine rağ­men­ ağır yaralandı. Helikopterle Elazığ’a kaldırılırken yolda ka­der şehadet şeklinde tecelli etti. 12 Haziran 1998’de kendini gösteren bu tecelli ile “Şühedâ fış­kı­ra­cak, toprağı sıksan, şühedâ!” gerçeği bir kez daha « ben buradayım » dedi. Bu gerçeğe kesintisiz ulvî katkı geleneğinin Geyikli öze­lindeki son halkalarından biri oldu. Taa Yemenlere, Bal­kan­lara, Hicaz illerine, Kafkaslara, Sarıkamışlara, Sa­kar­ya­la­ra, Dumlupınarlara kadar uzanan kutlu zincirin son halka­la­rın­dan biri oldu. « Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıradağlar gibi duranlarındır » dizelerinde ifade edilen kafilenin bir ferdi sıfatıyla Geyikli toprağınınm Belen mezarlığında yerini aldı. Mezar taşına başka bir kimliğini hatırlatacak şekilde İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif’in “Ey şehid oğlu şehit! İsteme ben­den­ makber; / Sana âğuşunu açmış duruyor, Peygamber.” mısraları kazındı. Bu kimliği nasıl elde ettiği bilinsin diye başucuna kanı ile rengine renk kattığı ay yıldızlı al bay­rak dikildi. Dünyaya dönük bu mekanında bağrında yattığı toprağın bedelini ödemişliği ile bir sıradağ olarak yerini alırken geriye bir baba Ahmet Özer, bir anne Nurhan Özer, bir kardeş Cem Özer, bir eş Zeynep ve 8 aylık bir evlat, « baba yüzü gördü fakat baba nedir bilmedi » gerçeği ile bu günlerde neredeyse babası yaşına ulaşan Fatih Eren’i emanet bıraktı. Sadece emanet mi ? Dosta düşmana bir mesaj ile bir de müjde bıraktı. « 70 bin evliyânın dölü » olarak nitelenen ecdâd yadigârı bu vatan topraklarının asla ve kat’a sahipsiz olmadığı, kurumaya yüz tuttuğunda kanıyla sulayacak ecdâd torunlarının her daim var olduğu mesajı ile makamı gereği 70 yakınına « şefaat »te bulunma ikram edilmişliği müjdesi bıraktı.

Kamil BAYRAKTAR


Köyü Geyikli’de hatırası yaşasın diye adı Konakyanı meydanındaki bir mescit ile Sisdağı yolu üzerinde Kesellik mevkiinde bir fidanlığa verildi.

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz